Bakalım Tarikat ve tasavvuf ehlimnin hep kitaplarını okumakdan vahşi hayvandan kaçar gibi kaçtıkları ibn Teymiyye neler yazmış kitaplarında...
"Ehl-i Sünnet'in Özellikleri
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
Ahmed b. Teymiye'den, bu mektubun kendilerine ulaştığı ehl-i sünnet ve'l-cemaata mensup ve şeyh, arif, önder Ebû'l -Berekât Adiyy b. Müsâfir el-Emevi'nin cemaatına müntesip müslümanlara...
(Ebû'l-Berekât Adiyy b. Müsâfir el-Hekkârî el-Emevî (557/1162): Emevî halifesi Mervan b. el-Hakem'in soyundan olup önde gelen mutasavvıflardandır. Adeviyye tarikatının başlatıcısı olarak bilinir. Âbid, zâhid, müttekî bir şahıstır. Musul civarında Hekkâriyye dağında bir zaviye inşa ederek burada kendisini ibadete vermiş ve orada vefat ederek defnedilmişti. Giderek taraftarları çoğaldı. Bunlar arasında Adiyy hakkında sapık itikatlara varanlar da çıktı; bu sebeble 817 (1414) tarihinde kabri yakıldı. Ama Adevîler yeniden toplanıp onun kabrini kıble dahi edindiler. Bunların Yezidîlerle ilgisi olduğu da belirtilir (Zirikli, A'lâm, 4/221)
Allah, Adiyy b. Müsâfir'e ve onların yoluna koyulanlara rahmet etsin; Allah, onları kendi yoluna girmeye başarılı kılsın; kendisine ve Resulüne itaat konusunda onlara yardımını esirgemesin; onları, sapa-sağlam ipine sarılanlardan kılsın; onları, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yoluna eriştirsin; Zât-ı Bârî'sinin kendisiyle Resulünü gönderdiği yol ve şeriat'tan çıkmış dalâlet ve yanlışlık ehlinin yolundan uzak kılsın; ta ki Kitab ve Sünnet'e tâbi olmak suretiyle Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine sayısız ihsanlarda bulunduğu kimselerden olsunlar.
Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.
İmdi: Kendisinden başka ibadete layık ilâh olmayan Allah'a hamdimi size bildiririm. Ancak O, hamdedilmeye lâyıktır; O, her şeye kadirdir. O'ndan, peygamberlerin sonuncusu, Âdemoğlunun efendisi, Rabbi nezdinde mahlûkâtın en şereflisi, O'na en ziyade yakın ve O'nun nezdinde en büyük mertebe sahibi olanı, O'nun kulu ve Resulü Muhammed Mustafa Efendimize, âline, ashabına sonsuz salât ve selâm ederiz.
İmdi: Allahü Teâlâ hak dini bütün dinlere üstün kılması için Peygamber Efendimizi hidâyetle ve hak dinle göndermiştir. Şâhid olarak Allah yeter. O (c.c), Peygamber Efendimize, kendinden önceki Kitabları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak Kur'ân-ı Kerîm'i gerçekle indirmiştir. O ve ümmeti için dini ikmâl buyurmuş, onlara nimetini tamamlamış ve onları, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet yapmıştır. Ki onlar, yetmiş ümmeti tamamlarlar. Allah nezdinde bunların en hayırlısı ve en şereflisidirler.
Allahü Teâlâ onları vasat, mu'tedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Bu sebeble onları, insanlar üzerine şâhidler yapmış; kendisiyle bütün peygamberlerini gönderdiği ve bütün mahlûkatı için teşri buyurduğu dine iletmiş; sonra bundan ayrıca kendisiyle onları ayırıp üstün kıldığı ve onlara hâs kıldığı yol ve şeriatla onları tercih edip üstün tutmuştur.
Bunu açıklayacak olursak:
1 - İmanın temellerini örnek verebiliriz ki, bunların en yücesi ve en üstünü, Allah'tan başka ibadete layık ilâh olmadığına şehâdet demek olan "tevhid"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
"Senden önce hiçbir rasul göndermiş olmayalım ki ona: "Benden başka ibadete layık ilah yoktur, yalnız bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım." (21 Enbiyâ 25),
"Andolsun ki her ümmete: "Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının" diye (söylemeleri için) bir rasul gönderdik.." (16 Nahl 36),
"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor: 'Rahmân'dan başka tapılacak ilahlar yapmış mıyız?" (43 Zuhruf 45),
"Sizin için, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi; "dini ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin" diye bir teşri (kanun) kıldı." (42 Şûra 13),
"Ey elçiler, güzel şeylerden yeyin ve yararlı iş yapın. Çünkü Ben yaptıklarınızı bilmekteyim. Ve işte sizin için bu ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Ben'den korkun" (23 Mü'minûn 51-52)
Allah'ın bütün kitablarına ve bütün peygamberlerine iman da böyledir.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
"Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve torunlar(ın)a indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilene inanırız; onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız' deyin" (2 Bakara 136),
"De ki: 'Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adalet yapmakla emrolundum" (2 Bakara 285),
"Resul, Rabbinden kendisine indirilene inandı, mü'minler de. Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine inandı. 'O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız' (dediler). Ve dediler ki: 'İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz! Dönüş(ümüz) Sana'dır!'..." (42 Şûra 15)
Âhiret gününe ve o gündeki sevap ve cezaya iman etmeyi de örnek gösterebiliriz. Bu hususta Hak Teâlâ, gelip-geçmiş ümmetlerden âhiret gününe inananları zikreder ve buyurur:
"Şüphesiz iman edenler; yahudiler, hıristiyanlar ve sabitler, bunlardan kim ki, Allah'a ve âhiret gününe inanır, iyi bir iş yaparsa elbette onlara Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (2 Bakara 62)
Cenâb-ı Hakk'ın; En'âm, A'râf, İsrâ ve diğer mekkî sûrelerde zikrettiği gibi, temel İslâmî prensipleri de kaydedelim. Bu prensipler arasında:
Şeriki olmaksızın ve tek olarak Zât-ı Bârî'sine ibâdeti,
ebeveyne iyilik yapmayı,
sılay-ı rahmi,
ahde vefa göstermeyi,
sözde âdil olmayı,
ölçü ve tartıyı tam yapmayı,
dilenciye ve yoksula vermeyi emretmesini,
haksız olarak bir cana kıymayı,
gizli ve aşikâr çirkin iş ve sözleri,
haksız yere taşkınlığı ve günahı,
bilgisi olmaksızın din hakkında söz sarfetmeyi haram kılmasını sıralayabiliriz.
Bunların yanısıra, tevhidin şümulüne giren:
dini yalnızca Allah'a hâs kılmayı,
O'na tevekkül etmeyi,
Allah'ın rahmetini ümid edip, Onun azabından korkmayı,
Allah'ın hükmüne rızâ göstermeyi,
Allah'ın emirlerini tatbik etmeyi,
Allah ve Resûlü'nün kula, ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmasını zikrederek; mekkî ve bazı medenî sûrelerde olduğu gibi Kur'an'ın birçok yerinde Cenâb-ı Hakk'ın açıkladığı temel imanî esaslara kadar diğer umdeleri de belirtmek gerekir.
2 - İkinci husus, Hak Teâlâ'nın Medenî sûrelerde inzal buyurduğu, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin ümmetine sünnet olarak bıraktığı dinî prensiplerdir.
Cenâb-ı Hak, Resulüne Kitab'ı ve hikmeti (Sünnet'i) inzal buyurmuş ve böylece mü'minlere lütuf ve ihsanlarda bulunmuş; Nebisinin zevcelerine de bunu zikretmelerini emretmiştir. O, şöyle buyurmaktadır:
"Allah, sana Kîtab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir" (4 Nisa 113),
"Andolsun ki Allah, mü'minlere büyük lütuf ta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunurlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi" (3 Âl-i İmrân 164),
"(Ey Peygamberin ev halkı!) Sizin evlerinizde okunan Allah âyetlerini ve hikmeti hatırlayın" (33 Ahzâb 34)
Seleften birçok kişi, hikmet'ten kasdın Sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü -Allah kendilerinden razı olsun- Peygamber hanımlarının evlerinde Kur'an'dan başka okunan şey, Hz. Peygamberin sünnetleridir. Bu sebeble Resûlüllah Efendimiz buyurmuşlardır:
"Dikkat edin! Bana Kitab ve onun yanında bir de onun gibisi verilmiştir" (Ebû Dâvud, Sünnet, 6; İbn Hanbel, 4/131)
Hassan b. Atıyye şöyle demektedir:
"Cebrail (a.s.), Kur'an'ın inzaline aracı olduğu gibi Hz. Peygamber'e Sünnet'in inzaline de vasıta olur ve O'na Kur'an'ı öğrettiği gibi Sünnet'i de öğretirdi" (Dârimî, Mukaddime, 49)
Kendisiyle Cenâb-ı Hakk'ın bu Peygamberi ve ümmetini hidâyete erdirdiği, yön, ibâdet usûlü ve yol kabilinden bu prensipler...
Meselâ bu âdetlerle, bu kırâatla, bu rükû, secde, Kabe'ye yöneliş ile belli zamanlarda kılman beş vakit namaz...
Meselâ müslümanların, hayvan, hububat, meyva, ticaret, altın ve gümüş türünden malları hakkında Cenâb-ı Hakk'ın farz kıldığı zekât farizası, bunun nisabı, kimlere verilmesi gerektiği... Ki bu hususta Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalbleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir" (9 Tevbe 60)
Yine bir örnek olarak Ramazan orucunu, Beytullah el-Harâm'ı haccetmeyi, nikâh, miras, ukûbat, mübâyâa konularında Cenâb-ı Hakk'ın kullarına çizdiği hududları, bayram, cuma, farz namazlarda cemaat, küsûf (güneş tutulması) ve istiska (yağmur) namazlarında cemaat, cenaze ve teravih namazları gibi müslümanlara belirlediği sünnetleri zikredebiliriz.
Yine onlara, yiyecekleri, giyecekleri, doğum, ölüm ve benzeri sünnetler gibi âdetler konusunda, Allah ve Resûlü'nün müslümanlar arasındaki hükmü olan kanlar, mallar, evlilik mes'eleleri, ırz ve namus, menfaatlar, müjdelemeler ile hudûd ve hukuka taallûk eden benzeri mes'eleler gibi ahkâm ve âdâb konusunda sünnet olarak koyduğu esasları, Resûlü'nün dilinden müslümanlara teşri buyurduğu bütün konuları söz konusu edebiliriz.
Ki o Allah, müslümanlara imanı sevdirmiş, onu kalblerinde süslemiş; onları, Resulüne tâbîler kılmış ve kendilerinden önceki ümmetlerin dalâlete düştükleri gibi dalâlet üzere birleşmekten korumuştur. Çünkü önceleri her bir ümmet dalâlete düştükçe Cenâb-ı Hak onlara bir peygamber göndermekteydi. Kur'ân-ı Kerîm bu hususa şöylece temas eder:
"Andolsun ki her ümmete: "Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının" diye (söylemeleri için) bir rasul gönderdik.." (16 Nahl 36)
"Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir" (35 Fâtır 24)
Muhammed Mustafâ Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ise hâtemü'l-enbiyâ olup artık kendisinden sonra peygamber gelmeyecektir. Bu sebeble Cenâb-ı Hak, O'nun ümmetini dalâlet üzere birleşmekten korumuş ve onlar arasında, kıyamete kadar kendileriyle hüccetin (hak delilin) ayakta kalacağı bir topluluk kılmıştır. Bu sebebledir ki, nasıl Kitab ve Sünnet bir hüccet ise, icmâ-ı ümmet de bir hüccet olmuştur.
Yine bu sebebledir ki, bü ümmetin hak, sünnet ve cemaat ehli, Kitab'a tâbi olduklarını iddia etmekle beraber Resûl-i Ekrem'in Sünnetinden ve İslâm cemaatinin takip ettiği yoldan yüz çeviren bâtıl ehlinden ayrılıp üstünlük kazanmıştır.
Şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, Kitab'ında Resûlü'nün Sünnet'ine uymayı, O'nun yoluna sarılmayı, cemaatı ve birleşmeyi emretmiş, tefrikavı ve ihtilâfı yasaklamıştır. O şöyle buyurur:
"Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (4 Nisa 80),
"Biz, hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir maksatla göndermedik" (4 Nisa 64),
"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın' " (3 Âl-i imrân 31),
"Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğuyla razı olup) tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar" (4 Nisa 65),
"Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın" (3 Âl-i İmrân 103),
"Dinlerini parça parça edip grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur" (6 En'âm 159) ,
"Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilâf edenler gibi olmayın" (3 Âl-i îmrân 105),
"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur" (98 Beyyine 5),
"İşte Benim doğru yolum bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın" (6 En'âm 153),
"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil!" (1 Fatiha 6-8)
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu, sahih bir hadîste rivayet olunmuştur:
"Yahudiler, kendilerine gazab edilmiş olanlardır, hıristiyanlar da sapmış olanlar..." (Tirmizî, Tefsiru Sûrati'l-Fâtiha, 1, 2; İbn Hanbel, 4/378)
Böylece Cenâb-ı Hak, bir benzerini ne Tevrat'ta, ne incil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân (Kur'an)'da inzâr buyurmadığı, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize Arş'ın altındaki hazineden verilmiş olan ve namazın ancak kendisiyle tamam olduğu "Ümmü'l-Kitâb" (Fatiha)'da, kendisinden bizi doğru yola, yahudiler gibi kendilerine gazab edilmiş olanların ve hıristiyanlar gibi sapmışların yoluna değil, nimet verdiği kimselerin yoluna iletmesini istememizi emretmektedir.
İşte bu dosdoğru yol, hâlis İslâm dinidir; Allah'ın Kitab'ında yer alan hususlardır; Sünnet ve cemaattır.
Elbette hâlis Sünnet, hâlis islâm dinidir.
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den birçok vecihten nakledilmiş olan ve İmam Ahmed gibi, Ebû Dâvud gibi, Tirmizi ve diğer muhaddisler gibi Müsned ve Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri bir hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ümmet yetmişiki fırkaya ayrılacak. Sadece birisi dışında bunların tamamı Cehennem'dedir. Bu (kurtuluşa eren) fırka, cemâattir".
Diğer bir varyantta:
"Bu fırka, bugün benim ve ashabımın bulunduğu hâl ve yol üzere olanlardır" (Ebû Dâvud, Sünnet, 1; Tirmizî, İmân, 18; İbn Mâce, Fiten, 17; Dârimî, Siyer, 75; İbn Hanbel, 2/332, 3/120, 145)
İşte bu fırkay-ı nâciye, ehl-i sünnet'tir; diğer fırkalar içinde itidal üzere olanlardır; aynen İslâm dininin, diğer dinler içinde itidal üzere olduğu; müslümanların, Allah'ın nebileri, Resulleri ve sâlih kulları hakkında mu'tedil bulundukları gibi...
Müslümanlar, bunlar hakkında hıristiyanların haddi aşıp âlimlerini ve din adamlarını, Meryem oğlu Mesih İsa'yı, Allah'tan başka rabler edindikleri gibi haddi aşmazlar; ancak ve ancak tek olan, kendisinden başka ibadete layık ilâh bulunmayan, onların ortak koştuklarından münezzeh bulunan bir Allah'a kulluk etmelerini emrederler.
Bu peygamberler ve sâlih kullara, yahudilerin yaptığı gibi ezâ ve cefâ da etmezler. Yahudiler, peygamberleri haksız yere öldürürler, adaleti emreden kişileri katlederler, ne zaman ki bir peygamber, onların nefislerinin arzulamadığı bir şey getirirse kimini yalanlar, kimini de öldürürlerdi.
- Mü'minler, Allah'ın peygamberlerine iman eder, onlara ta'zîmde bulunur, yardım eder, saygı ve hürmet gösterir, muhabbet besler, itaat ederler. Onlara kulluk etmez, onları rabler edinmezler.
Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurur:
"Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: 'Allah'ı bırakıp, bana kullar olun' desin; fakat: 'Öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitab gereğince Rabb'e hâlis kullar olun!' der. Ve size: 'Melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin!' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi?!" (3 Âl-i îmrân 79-80)
İşte bundan dolayıdır ki mü'minler, Hz. Mesîh hakkında mu'tedil davranmışlar ve asla hıristiyanların dediği gibi ne:
"O Allah'tır", ne: "Allah'ın oğludur", ne de: "Üçün (Baba - Rûhu'l-Kudüs - Oğul şeklindeki üç uknumun) üçüncüsüdür" demişlerdir.
Ama onu inkâr da etmemişler veya yahudilerin yaptığı gibi Hz. Meryem'e büyük bir iftirada bulunup Hz. İsa'yı, zinâkâr bir kadının oğlu kabul etmemişlerdir. Demişlerdir ki:
"Hz. İsa, Allah'ın kulu ve Resulü, O'nun iffetli, bakire Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve ruhudur".
- Aynı şekilde mü'minler, ilâhî dinin prensipleri konusunda da itidal içerisindedirler. Onlar, yahudilerin iddia ettiği gibi, Allah'a dilediğini ortadan kaldırıp neshetmeyi, dilediğini sabit bırakmayı haram kılmazlar.
Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tutumunu şu âyetleriyle açıklamaktadır:
"İnsanlardan bazı beyinsizler: 'Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?' diyecekler" (2 Bakara 142),
"Onlara: "Allah'ın indirdiğine inanın' denilse.- 'Bize indirilene inanırız' derler, ötesini kabul etmezler. Halbuki o, kendi yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir gerçektir" (2 Bakara 91)
- Yine mü'minler, hıristiyanların yaptığı gibi, büyük âlimleri ve âbidlerinin, Allah'ın dinini değiştirmelerini, dilediklerini emredip dilediklerini nehyetmelerini caiz görmez, onlara bu ruhsatı vermezler.
Hak Teâlâ hıristiyanların bu durumunu da şöyle zikreder:
"Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler" (9Tevbe 31)
Adiyy b. Hatim (r.a.) der ki:
"Hz. Peygamber'e-. 'Yâ Resûlâllah, ama onlara ibâdet etmediler?' diye sordum.
Peygamber Efendimiz:
"Onlar Allah'ın helâl kıldığını haram kılarken, siz de öylece haram bellemiyor musunuz? Allah'ın haram kıldığını helâl kılarken siz de helâl bellemiyor musunuz? diye sordu".
Adiyy diyor ki:
Ben evet deyince o da:
"İşte onların (din adamlarına) ibadetleri budur." buyurdu" (Tirmizî, Tefsiru Sûrati't-Tevbe, 10)
Mü'minler, madem ki Allah'tan başka hiçbir güç, yaratamıyor ve O'nun dışında hiçbir şey emir sahibi değildir, "Yaratış ve emir, yalnızca Allah'ındır" derler:
"Duyduk ve itaat ettik".
Evet, Allah'ın her emrettiğine itaat ederler. Ve inanırlar ki:
"Allah, istediği hükmü verir" (5 Mâide 1)
Mahlûka gelince; ne kadar büyük olursa olsun, Halik Teâlâ'nın emrini değiştirmesi mümkün değildir.
- Mü'minler, Allah'ın sıfatları konusunda da itidal üzeredirler.
Halbuki yahudiler, Allahü Teâlâ'yı mahlûkata ait eksik ve kusurlu sıfatlarla vasıflandırarak:
"Allah fakir, biz ise zenginleriz",
"Allah'ın eli bağlıdır Allah cimridir",
"Allah, yaratmaktan yoruldu; Sebt (cumartesi) günü dinlendi" gibi ve daha buna benzer birtakım sözler sarf ederler.
Hıristiyanlar da mahlûkatı, sadece Cenâb-ı Hakk'a mahsus bazı sıfatlarla vasıflandırırlar ve şöyle derler: O, yaratır, rızık verir, bağışlar, merhamet eder, mahlûkatın tevbesini kabul eder, sevap ve ceza verir.
Ama mü'minler, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olarak Allah'a iman ederler. O'nun ne bir adaşı, ne de bir eşi vardır. Hiçbir şey O'nun dengi olamaz. Hiçbir şey O'nun benzeri de olamaz. O, âlemlerin Rabbidir; her şeyin yaratıcısıdır, O... O'ndan başka her şey hep O'na kuldur ve O'na muhtaçtır:
"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân'a kul olarak gelecektir. Onların hepsini kuşatmış ve onları saymıştır. Onların hepsi, kıyamet günü O'na tek başına gelecektir" (19 Meryem 93-95)
Helâl ve haramların durumu da böyledir. Yahudiler, şu âyette Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu hâl üzeredirler:
"Yahudilerin yaptıkları zulümden ve çok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri yasakladık" (4 Nisa 160)
Bu sebeble onlar, deve, kaz ve ördek gibi tırnağı olan hayvanları, böbreklerin, işkembenin ve bağırsakların üstündeki içyağını, anasını emmekte olan oğlağı ve Allah'ın onlara haram kıldığı daha başka yiyecek, giyecek vesaireyi yiyemez ve kullanmazlar. O kadar ki şöyle denilmiştir: Onlara haram kılınan şeyler, 360 çeşit idi. Vecîbeleri ise 248 emirden meydana geliyordu. Aynı şekilde necasetler konusunda da onlara şiddetli yasaklar konmuştu. Meselâ hayızlı kadınlarla oturup beraber yemek yiyemezler; odalarda beraber bulunamazlardı.
Buna karşılık hıristiyanlar pis şeyleri ve bütün yasakları helâl saydılar; bütün necasetlere yaklaştılar. Hz. Mesih onlara şu ikazda bulunmuştu:
"Size haram kılman bazı şeyler, haberiniz olsun ki helâl değildir".
Bu sebeble Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine Kitab verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (9 Tevbe 29)
Mü'minler ise, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyette vasıflandırdığı gibidirler:
"...Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, korunanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. O Peygamberi ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men'eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O'na inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felaha erenler onlardır" (7A'râf 156-157)
Bu, anlatılması uzun sürecek bir konudur.
İşte ehl-i sünnet ve'l-cemâat da, fırkalar karşısında bu durumdadır.
Onlar, Allah'ın isimleri, âyetleri ve sıfatları konusunda, ilhâda düşen, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını vasıflandırdığı şeylerin hakikatlarını boşa çıkaran ve bu suretle O'nu yokluğa ve ölü şeylere benzeten "ehlü't-Ta'tîl" (Muattıla) ile Cenâb-ı Hak için örnekler getiren ve O'nu mahlûkata benzeten "ehlü't-Temsîl" (Mümessile/Müşebbihe) arasında itidal üzeredirler.
Ehl-i sünnet ve'l-cemâat, Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ını vasıflandırdığı ve O'nu Resûlü'nün tavsif ettiği şeylere ne bir tahrif, ne bir ta'tîl (işlevsiz kılma) cihetine gitmeksizin keyfiyetsiz ve teşbihsiz, temsilsiz olarak inanır.
Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın yaratması ve emri konusunda da, Allah'ın mükemmel kudretine, her şeyi kapsayan külli irâdesine ve her-şeyi yarattığına inanmayarak Allah'ın kudretini yalanlayanlar ile kulu, hiçbir irâdesi, kudreti ve ameli olmadan bir yaratık yapan emri ve nehyi, sevabı ve cezayı boşa çıkaran ve böylece "Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi de haram yapmazdık" (6 En'âm 148) diyen müşrikler seviyesine düşen, ilâhî dini ifsad edenler arasında mu'tedil durumdadırlar.
Ehl-i sünnet inanır ki, Allah, her şeye kadirdir; kullarını doğru yola iletmeye ve kalblerini değiştirmeye muktedirdir. O'nun dilediği olur; dilemediği olmaz. O'nun mülkünde murâd etmediği vücud bulamaz; arzu ettiği bir şeyi yerine getirmekten de asla âciz değildir. O, a'yân olsun, sıfatlar olsun, hareketler olsun herşeyin yaratıcısıdır.
Ehl-i sünnet ve'l-cemâat yine inanır ki, kulun da bir kudreti, irâdesi ve fiili vardır. Kul, muhtar (irâde ve ihtiyar sahibi) dir; onu "mecbur" diye isimlendirmezler. Çünkü mecbur ihtiyar ve irâdesi dışında bir şeye zorlanan kimsedir. Cenâb-ı Hak ise kulu yapacağı işte muhtar kılmıştır. Dolayısıyla kul, seçen ve iradesiyle isteyip karar verendir; Allah da onun ve istediği şeyin yaratıcısı... Ki O'nun eşi, benzeri yoktur. Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde hiçbir şey O'nun benzeri değildir.
Onlar, isimler, ahkâm, va'd ve vaîd konularında da, kebîre (büyük günah) sahibi müslümanları cehennem'de ebedî kalıcılar sayan ve onları imandan tamamen çıkaran, Hz. Peygamber'in şefaatini inkâr eden Vaîdiyye ile "Fâsıkların imanı, aynen peygamberlerin imanı gibidir; sâlih ameller, dinden ve imandan değildir" diyen; vâidi, cezayı tamamen yalanlayan Mürcie arasında itidal üzeredirler.
Ehl-i sünnet ve'l-cemâat inanır ki, müslümanlardan fâsık olanlar, imanın bir kısmına ve temeline sahiptirler; ama kendilerine Cenneti gerekli kılacak ve lüzumlu olan imanın tam***** sahip değillerdir; cehennem'de ebediyyen kalmayacaklar; aksine kalbinde zerre ağırlığında veya hardal tanesi kadar iman olan, cehennem'den çıkacaktır; Hz. Peygamber, şefaatim ümmetinden kebîre sahipleri için biriktirip toplamıştır.
Aynı şekilde ehl-i sünnet, Resûlüllah'm ashabı -Allah cümlesinden razı olsun- hakkında da itidal üzere olup Hz. Ali hakkında haddi aşan ve onu Hz. Ebû bekr ile Hz. Ömer'e "tafdîl" edip üstün tutan, onun, Ebûbekr ve Ömer'den ayrı ma'sum imam olduğuna, ashabın zulme ve fıska düştüğüne itikat eden, aynı şekilde onlardan sonra ümmeti de tekfir eden ve hattâ bazan Hz. Ali 'yi bir peygamber veya ilâh kabullenen gulat-ı Şîa ile Hz. Ali'nin ve Hz. Osman'in kâfir olduğuna inanan, bu iki büyük sahâbînin ve onların idareciliğini kabul edenlerin kanlarını helâl sayan, Ali'ye, Osman'a ve benzeri zevata sövmeyi müstehab kabul eden, Hz. Ali'nin halifeliğini ve imametini zemmeden Haricîler arasında mu'tedil durumdadırlar.
Onlar, Sünnetin diğer konularında da hep aynı şekilde mu'tedil davranırlar. Çünkü onlar, Allah'ın Kitab'ına ve Resûlü'nün Sünnetine sımsıkı sarılıp; Muhacirin ve Ensâr'dan ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabî olanların ittifak ettiği şeylere bağlanmışlardır."
İbn Teymiyye Külliyatı 3. Cilt.
"Ehl-i Sünnet'in Özellikleri
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
Ahmed b. Teymiye'den, bu mektubun kendilerine ulaştığı ehl-i sünnet ve'l-cemaata mensup ve şeyh, arif, önder Ebû'l -Berekât Adiyy b. Müsâfir el-Emevi'nin cemaatına müntesip müslümanlara...
(Ebû'l-Berekât Adiyy b. Müsâfir el-Hekkârî el-Emevî (557/1162): Emevî halifesi Mervan b. el-Hakem'in soyundan olup önde gelen mutasavvıflardandır. Adeviyye tarikatının başlatıcısı olarak bilinir. Âbid, zâhid, müttekî bir şahıstır. Musul civarında Hekkâriyye dağında bir zaviye inşa ederek burada kendisini ibadete vermiş ve orada vefat ederek defnedilmişti. Giderek taraftarları çoğaldı. Bunlar arasında Adiyy hakkında sapık itikatlara varanlar da çıktı; bu sebeble 817 (1414) tarihinde kabri yakıldı. Ama Adevîler yeniden toplanıp onun kabrini kıble dahi edindiler. Bunların Yezidîlerle ilgisi olduğu da belirtilir (Zirikli, A'lâm, 4/221)
Allah, Adiyy b. Müsâfir'e ve onların yoluna koyulanlara rahmet etsin; Allah, onları kendi yoluna girmeye başarılı kılsın; kendisine ve Resulüne itaat konusunda onlara yardımını esirgemesin; onları, sapa-sağlam ipine sarılanlardan kılsın; onları, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yoluna eriştirsin; Zât-ı Bârî'sinin kendisiyle Resulünü gönderdiği yol ve şeriat'tan çıkmış dalâlet ve yanlışlık ehlinin yolundan uzak kılsın; ta ki Kitab ve Sünnet'e tâbi olmak suretiyle Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine sayısız ihsanlarda bulunduğu kimselerden olsunlar.
Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.
İmdi: Kendisinden başka ibadete layık ilâh olmayan Allah'a hamdimi size bildiririm. Ancak O, hamdedilmeye lâyıktır; O, her şeye kadirdir. O'ndan, peygamberlerin sonuncusu, Âdemoğlunun efendisi, Rabbi nezdinde mahlûkâtın en şereflisi, O'na en ziyade yakın ve O'nun nezdinde en büyük mertebe sahibi olanı, O'nun kulu ve Resulü Muhammed Mustafa Efendimize, âline, ashabına sonsuz salât ve selâm ederiz.
İmdi: Allahü Teâlâ hak dini bütün dinlere üstün kılması için Peygamber Efendimizi hidâyetle ve hak dinle göndermiştir. Şâhid olarak Allah yeter. O (c.c), Peygamber Efendimize, kendinden önceki Kitabları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak Kur'ân-ı Kerîm'i gerçekle indirmiştir. O ve ümmeti için dini ikmâl buyurmuş, onlara nimetini tamamlamış ve onları, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet yapmıştır. Ki onlar, yetmiş ümmeti tamamlarlar. Allah nezdinde bunların en hayırlısı ve en şereflisidirler.
Allahü Teâlâ onları vasat, mu'tedil, hayırlı bir ümmet kılmıştır. Bu sebeble onları, insanlar üzerine şâhidler yapmış; kendisiyle bütün peygamberlerini gönderdiği ve bütün mahlûkatı için teşri buyurduğu dine iletmiş; sonra bundan ayrıca kendisiyle onları ayırıp üstün kıldığı ve onlara hâs kıldığı yol ve şeriatla onları tercih edip üstün tutmuştur.
Bunu açıklayacak olursak:
1 - İmanın temellerini örnek verebiliriz ki, bunların en yücesi ve en üstünü, Allah'tan başka ibadete layık ilâh olmadığına şehâdet demek olan "tevhid"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
"Senden önce hiçbir rasul göndermiş olmayalım ki ona: "Benden başka ibadete layık ilah yoktur, yalnız bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım." (21 Enbiyâ 25),
"Andolsun ki her ümmete: "Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının" diye (söylemeleri için) bir rasul gönderdik.." (16 Nahl 36),
"Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor: 'Rahmân'dan başka tapılacak ilahlar yapmış mıyız?" (43 Zuhruf 45),
"Sizin için, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi; "dini ikame edin ve onda ayrılığa düşmeyin" diye bir teşri (kanun) kıldı." (42 Şûra 13),
"Ey elçiler, güzel şeylerden yeyin ve yararlı iş yapın. Çünkü Ben yaptıklarınızı bilmekteyim. Ve işte sizin için bu ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Ben'den korkun" (23 Mü'minûn 51-52)
Allah'ın bütün kitablarına ve bütün peygamberlerine iman da böyledir.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
"Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve torunlar(ın)a indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rableri tarafından verilene inanırız; onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız' deyin" (2 Bakara 136),
"De ki: 'Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adalet yapmakla emrolundum" (2 Bakara 285),
"Resul, Rabbinden kendisine indirilene inandı, mü'minler de. Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine inandı. 'O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız' (dediler). Ve dediler ki: 'İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz! Dönüş(ümüz) Sana'dır!'..." (42 Şûra 15)
Âhiret gününe ve o gündeki sevap ve cezaya iman etmeyi de örnek gösterebiliriz. Bu hususta Hak Teâlâ, gelip-geçmiş ümmetlerden âhiret gününe inananları zikreder ve buyurur:
"Şüphesiz iman edenler; yahudiler, hıristiyanlar ve sabitler, bunlardan kim ki, Allah'a ve âhiret gününe inanır, iyi bir iş yaparsa elbette onlara Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (2 Bakara 62)
Cenâb-ı Hakk'ın; En'âm, A'râf, İsrâ ve diğer mekkî sûrelerde zikrettiği gibi, temel İslâmî prensipleri de kaydedelim. Bu prensipler arasında:
Şeriki olmaksızın ve tek olarak Zât-ı Bârî'sine ibâdeti,
ebeveyne iyilik yapmayı,
sılay-ı rahmi,
ahde vefa göstermeyi,
sözde âdil olmayı,
ölçü ve tartıyı tam yapmayı,
dilenciye ve yoksula vermeyi emretmesini,
haksız olarak bir cana kıymayı,
gizli ve aşikâr çirkin iş ve sözleri,
haksız yere taşkınlığı ve günahı,
bilgisi olmaksızın din hakkında söz sarfetmeyi haram kılmasını sıralayabiliriz.
Bunların yanısıra, tevhidin şümulüne giren:
dini yalnızca Allah'a hâs kılmayı,
O'na tevekkül etmeyi,
Allah'ın rahmetini ümid edip, Onun azabından korkmayı,
Allah'ın hükmüne rızâ göstermeyi,
Allah'ın emirlerini tatbik etmeyi,
Allah ve Resûlü'nün kula, ailesinden, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmasını zikrederek; mekkî ve bazı medenî sûrelerde olduğu gibi Kur'an'ın birçok yerinde Cenâb-ı Hakk'ın açıkladığı temel imanî esaslara kadar diğer umdeleri de belirtmek gerekir.
2 - İkinci husus, Hak Teâlâ'nın Medenî sûrelerde inzal buyurduğu, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin ümmetine sünnet olarak bıraktığı dinî prensiplerdir.
Cenâb-ı Hak, Resulüne Kitab'ı ve hikmeti (Sünnet'i) inzal buyurmuş ve böylece mü'minlere lütuf ve ihsanlarda bulunmuş; Nebisinin zevcelerine de bunu zikretmelerini emretmiştir. O, şöyle buyurmaktadır:
"Allah, sana Kîtab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir" (4 Nisa 113),
"Andolsun ki Allah, mü'minlere büyük lütuf ta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunurlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi" (3 Âl-i İmrân 164),
"(Ey Peygamberin ev halkı!) Sizin evlerinizde okunan Allah âyetlerini ve hikmeti hatırlayın" (33 Ahzâb 34)
Seleften birçok kişi, hikmet'ten kasdın Sünnet olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü -Allah kendilerinden razı olsun- Peygamber hanımlarının evlerinde Kur'an'dan başka okunan şey, Hz. Peygamberin sünnetleridir. Bu sebeble Resûlüllah Efendimiz buyurmuşlardır:
"Dikkat edin! Bana Kitab ve onun yanında bir de onun gibisi verilmiştir" (Ebû Dâvud, Sünnet, 6; İbn Hanbel, 4/131)
Hassan b. Atıyye şöyle demektedir:
"Cebrail (a.s.), Kur'an'ın inzaline aracı olduğu gibi Hz. Peygamber'e Sünnet'in inzaline de vasıta olur ve O'na Kur'an'ı öğrettiği gibi Sünnet'i de öğretirdi" (Dârimî, Mukaddime, 49)
Kendisiyle Cenâb-ı Hakk'ın bu Peygamberi ve ümmetini hidâyete erdirdiği, yön, ibâdet usûlü ve yol kabilinden bu prensipler...
Meselâ bu âdetlerle, bu kırâatla, bu rükû, secde, Kabe'ye yöneliş ile belli zamanlarda kılman beş vakit namaz...
Meselâ müslümanların, hayvan, hububat, meyva, ticaret, altın ve gümüş türünden malları hakkında Cenâb-ı Hakk'ın farz kıldığı zekât farizası, bunun nisabı, kimlere verilmesi gerektiği... Ki bu hususta Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
"Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, onlar üzerinde çalışan memurlara, kalbleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir" (9 Tevbe 60)
Yine bir örnek olarak Ramazan orucunu, Beytullah el-Harâm'ı haccetmeyi, nikâh, miras, ukûbat, mübâyâa konularında Cenâb-ı Hakk'ın kullarına çizdiği hududları, bayram, cuma, farz namazlarda cemaat, küsûf (güneş tutulması) ve istiska (yağmur) namazlarında cemaat, cenaze ve teravih namazları gibi müslümanlara belirlediği sünnetleri zikredebiliriz.
Yine onlara, yiyecekleri, giyecekleri, doğum, ölüm ve benzeri sünnetler gibi âdetler konusunda, Allah ve Resûlü'nün müslümanlar arasındaki hükmü olan kanlar, mallar, evlilik mes'eleleri, ırz ve namus, menfaatlar, müjdelemeler ile hudûd ve hukuka taallûk eden benzeri mes'eleler gibi ahkâm ve âdâb konusunda sünnet olarak koyduğu esasları, Resûlü'nün dilinden müslümanlara teşri buyurduğu bütün konuları söz konusu edebiliriz.
Ki o Allah, müslümanlara imanı sevdirmiş, onu kalblerinde süslemiş; onları, Resulüne tâbîler kılmış ve kendilerinden önceki ümmetlerin dalâlete düştükleri gibi dalâlet üzere birleşmekten korumuştur. Çünkü önceleri her bir ümmet dalâlete düştükçe Cenâb-ı Hak onlara bir peygamber göndermekteydi. Kur'ân-ı Kerîm bu hususa şöylece temas eder:
"Andolsun ki her ümmete: "Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının" diye (söylemeleri için) bir rasul gönderdik.." (16 Nahl 36)
"Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir" (35 Fâtır 24)
Muhammed Mustafâ Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz ise hâtemü'l-enbiyâ olup artık kendisinden sonra peygamber gelmeyecektir. Bu sebeble Cenâb-ı Hak, O'nun ümmetini dalâlet üzere birleşmekten korumuş ve onlar arasında, kıyamete kadar kendileriyle hüccetin (hak delilin) ayakta kalacağı bir topluluk kılmıştır. Bu sebebledir ki, nasıl Kitab ve Sünnet bir hüccet ise, icmâ-ı ümmet de bir hüccet olmuştur.
Yine bu sebebledir ki, bü ümmetin hak, sünnet ve cemaat ehli, Kitab'a tâbi olduklarını iddia etmekle beraber Resûl-i Ekrem'in Sünnetinden ve İslâm cemaatinin takip ettiği yoldan yüz çeviren bâtıl ehlinden ayrılıp üstünlük kazanmıştır.
Şüphe yok ki Cenâb-ı Hak, Kitab'ında Resûlü'nün Sünnet'ine uymayı, O'nun yoluna sarılmayı, cemaatı ve birleşmeyi emretmiş, tefrikavı ve ihtilâfı yasaklamıştır. O şöyle buyurur:
"Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (4 Nisa 80),
"Biz, hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir maksatla göndermedik" (4 Nisa 64),
"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın' " (3 Âl-i imrân 31),
"Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğuyla razı olup) tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar" (4 Nisa 65),
"Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın" (3 Âl-i İmrân 103),
"Dinlerini parça parça edip grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur" (6 En'âm 159) ,
"Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilâf edenler gibi olmayın" (3 Âl-i îmrân 105),
"Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur" (98 Beyyine 5),
"İşte Benim doğru yolum bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın" (6 En'âm 153),
"Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil!" (1 Fatiha 6-8)
Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu, sahih bir hadîste rivayet olunmuştur:
"Yahudiler, kendilerine gazab edilmiş olanlardır, hıristiyanlar da sapmış olanlar..." (Tirmizî, Tefsiru Sûrati'l-Fâtiha, 1, 2; İbn Hanbel, 4/378)
Böylece Cenâb-ı Hak, bir benzerini ne Tevrat'ta, ne incil'de, ne Zebur'da, ne de Furkân (Kur'an)'da inzâr buyurmadığı, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize Arş'ın altındaki hazineden verilmiş olan ve namazın ancak kendisiyle tamam olduğu "Ümmü'l-Kitâb" (Fatiha)'da, kendisinden bizi doğru yola, yahudiler gibi kendilerine gazab edilmiş olanların ve hıristiyanlar gibi sapmışların yoluna değil, nimet verdiği kimselerin yoluna iletmesini istememizi emretmektedir.
İşte bu dosdoğru yol, hâlis İslâm dinidir; Allah'ın Kitab'ında yer alan hususlardır; Sünnet ve cemaattır.
Elbette hâlis Sünnet, hâlis islâm dinidir.
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'den birçok vecihten nakledilmiş olan ve İmam Ahmed gibi, Ebû Dâvud gibi, Tirmizi ve diğer muhaddisler gibi Müsned ve Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri bir hadîste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:
"Bu ümmet yetmişiki fırkaya ayrılacak. Sadece birisi dışında bunların tamamı Cehennem'dedir. Bu (kurtuluşa eren) fırka, cemâattir".
Diğer bir varyantta:
"Bu fırka, bugün benim ve ashabımın bulunduğu hâl ve yol üzere olanlardır" (Ebû Dâvud, Sünnet, 1; Tirmizî, İmân, 18; İbn Mâce, Fiten, 17; Dârimî, Siyer, 75; İbn Hanbel, 2/332, 3/120, 145)
İşte bu fırkay-ı nâciye, ehl-i sünnet'tir; diğer fırkalar içinde itidal üzere olanlardır; aynen İslâm dininin, diğer dinler içinde itidal üzere olduğu; müslümanların, Allah'ın nebileri, Resulleri ve sâlih kulları hakkında mu'tedil bulundukları gibi...
Müslümanlar, bunlar hakkında hıristiyanların haddi aşıp âlimlerini ve din adamlarını, Meryem oğlu Mesih İsa'yı, Allah'tan başka rabler edindikleri gibi haddi aşmazlar; ancak ve ancak tek olan, kendisinden başka ibadete layık ilâh bulunmayan, onların ortak koştuklarından münezzeh bulunan bir Allah'a kulluk etmelerini emrederler.
Bu peygamberler ve sâlih kullara, yahudilerin yaptığı gibi ezâ ve cefâ da etmezler. Yahudiler, peygamberleri haksız yere öldürürler, adaleti emreden kişileri katlederler, ne zaman ki bir peygamber, onların nefislerinin arzulamadığı bir şey getirirse kimini yalanlar, kimini de öldürürlerdi.
- Mü'minler, Allah'ın peygamberlerine iman eder, onlara ta'zîmde bulunur, yardım eder, saygı ve hürmet gösterir, muhabbet besler, itaat ederler. Onlara kulluk etmez, onları rabler edinmezler.
Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurur:
"Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: 'Allah'ı bırakıp, bana kullar olun' desin; fakat: 'Öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitab gereğince Rabb'e hâlis kullar olun!' der. Ve size: 'Melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin!' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi?!" (3 Âl-i îmrân 79-80)
İşte bundan dolayıdır ki mü'minler, Hz. Mesîh hakkında mu'tedil davranmışlar ve asla hıristiyanların dediği gibi ne:
"O Allah'tır", ne: "Allah'ın oğludur", ne de: "Üçün (Baba - Rûhu'l-Kudüs - Oğul şeklindeki üç uknumun) üçüncüsüdür" demişlerdir.
Ama onu inkâr da etmemişler veya yahudilerin yaptığı gibi Hz. Meryem'e büyük bir iftirada bulunup Hz. İsa'yı, zinâkâr bir kadının oğlu kabul etmemişlerdir. Demişlerdir ki:
"Hz. İsa, Allah'ın kulu ve Resulü, O'nun iffetli, bakire Meryem'e ilka ettiği kelimesi ve ruhudur".
- Aynı şekilde mü'minler, ilâhî dinin prensipleri konusunda da itidal içerisindedirler. Onlar, yahudilerin iddia ettiği gibi, Allah'a dilediğini ortadan kaldırıp neshetmeyi, dilediğini sabit bırakmayı haram kılmazlar.
Cenâb-ı Hak, yahudilerin bu tutumunu şu âyetleriyle açıklamaktadır:
"İnsanlardan bazı beyinsizler: 'Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?' diyecekler" (2 Bakara 142),
"Onlara: "Allah'ın indirdiğine inanın' denilse.- 'Bize indirilene inanırız' derler, ötesini kabul etmezler. Halbuki o, kendi yanlarında bulunanı doğrulayıcı bir gerçektir" (2 Bakara 91)
- Yine mü'minler, hıristiyanların yaptığı gibi, büyük âlimleri ve âbidlerinin, Allah'ın dinini değiştirmelerini, dilediklerini emredip dilediklerini nehyetmelerini caiz görmez, onlara bu ruhsatı vermezler.
Hak Teâlâ hıristiyanların bu durumunu da şöyle zikreder:
"Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler" (9Tevbe 31)
Adiyy b. Hatim (r.a.) der ki:
"Hz. Peygamber'e-. 'Yâ Resûlâllah, ama onlara ibâdet etmediler?' diye sordum.
Peygamber Efendimiz:
"Onlar Allah'ın helâl kıldığını haram kılarken, siz de öylece haram bellemiyor musunuz? Allah'ın haram kıldığını helâl kılarken siz de helâl bellemiyor musunuz? diye sordu".
Adiyy diyor ki:
Ben evet deyince o da:
"İşte onların (din adamlarına) ibadetleri budur." buyurdu" (Tirmizî, Tefsiru Sûrati't-Tevbe, 10)
Mü'minler, madem ki Allah'tan başka hiçbir güç, yaratamıyor ve O'nun dışında hiçbir şey emir sahibi değildir, "Yaratış ve emir, yalnızca Allah'ındır" derler:
"Duyduk ve itaat ettik".
Evet, Allah'ın her emrettiğine itaat ederler. Ve inanırlar ki:
"Allah, istediği hükmü verir" (5 Mâide 1)
Mahlûka gelince; ne kadar büyük olursa olsun, Halik Teâlâ'nın emrini değiştirmesi mümkün değildir.
- Mü'minler, Allah'ın sıfatları konusunda da itidal üzeredirler.
Halbuki yahudiler, Allahü Teâlâ'yı mahlûkata ait eksik ve kusurlu sıfatlarla vasıflandırarak:
"Allah fakir, biz ise zenginleriz",
"Allah'ın eli bağlıdır Allah cimridir",
"Allah, yaratmaktan yoruldu; Sebt (cumartesi) günü dinlendi" gibi ve daha buna benzer birtakım sözler sarf ederler.
Hıristiyanlar da mahlûkatı, sadece Cenâb-ı Hakk'a mahsus bazı sıfatlarla vasıflandırırlar ve şöyle derler: O, yaratır, rızık verir, bağışlar, merhamet eder, mahlûkatın tevbesini kabul eder, sevap ve ceza verir.
Ama mü'minler, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce olarak Allah'a iman ederler. O'nun ne bir adaşı, ne de bir eşi vardır. Hiçbir şey O'nun dengi olamaz. Hiçbir şey O'nun benzeri de olamaz. O, âlemlerin Rabbidir; her şeyin yaratıcısıdır, O... O'ndan başka her şey hep O'na kuldur ve O'na muhtaçtır:
"Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmân'a kul olarak gelecektir. Onların hepsini kuşatmış ve onları saymıştır. Onların hepsi, kıyamet günü O'na tek başına gelecektir" (19 Meryem 93-95)
Helâl ve haramların durumu da böyledir. Yahudiler, şu âyette Cenâb-ı Hakk'ın buyurduğu hâl üzeredirler:
"Yahudilerin yaptıkları zulümden ve çok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helâl kılınmış temiz ve hoş şeyleri yasakladık" (4 Nisa 160)
Bu sebeble onlar, deve, kaz ve ördek gibi tırnağı olan hayvanları, böbreklerin, işkembenin ve bağırsakların üstündeki içyağını, anasını emmekte olan oğlağı ve Allah'ın onlara haram kıldığı daha başka yiyecek, giyecek vesaireyi yiyemez ve kullanmazlar. O kadar ki şöyle denilmiştir: Onlara haram kılınan şeyler, 360 çeşit idi. Vecîbeleri ise 248 emirden meydana geliyordu. Aynı şekilde necasetler konusunda da onlara şiddetli yasaklar konmuştu. Meselâ hayızlı kadınlarla oturup beraber yemek yiyemezler; odalarda beraber bulunamazlardı.
Buna karşılık hıristiyanlar pis şeyleri ve bütün yasakları helâl saydılar; bütün necasetlere yaklaştılar. Hz. Mesih onlara şu ikazda bulunmuştu:
"Size haram kılman bazı şeyler, haberiniz olsun ki helâl değildir".
Bu sebeble Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine Kitab verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (9 Tevbe 29)
Mü'minler ise, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyette vasıflandırdığı gibidirler:
"...Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, korunanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygamber'e uyarlar. O Peygamberi ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men'eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O'na inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felaha erenler onlardır" (7A'râf 156-157)
Bu, anlatılması uzun sürecek bir konudur.
İşte ehl-i sünnet ve'l-cemâat da, fırkalar karşısında bu durumdadır.
Onlar, Allah'ın isimleri, âyetleri ve sıfatları konusunda, ilhâda düşen, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını vasıflandırdığı şeylerin hakikatlarını boşa çıkaran ve bu suretle O'nu yokluğa ve ölü şeylere benzeten "ehlü't-Ta'tîl" (Muattıla) ile Cenâb-ı Hak için örnekler getiren ve O'nu mahlûkata benzeten "ehlü't-Temsîl" (Mümessile/Müşebbihe) arasında itidal üzeredirler.
Ehl-i sünnet ve'l-cemâat, Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ını vasıflandırdığı ve O'nu Resûlü'nün tavsif ettiği şeylere ne bir tahrif, ne bir ta'tîl (işlevsiz kılma) cihetine gitmeksizin keyfiyetsiz ve teşbihsiz, temsilsiz olarak inanır.
Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın yaratması ve emri konusunda da, Allah'ın mükemmel kudretine, her şeyi kapsayan külli irâdesine ve her-şeyi yarattığına inanmayarak Allah'ın kudretini yalanlayanlar ile kulu, hiçbir irâdesi, kudreti ve ameli olmadan bir yaratık yapan emri ve nehyi, sevabı ve cezayı boşa çıkaran ve böylece "Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız ortak koşmazdık, bir şeyi de haram yapmazdık" (6 En'âm 148) diyen müşrikler seviyesine düşen, ilâhî dini ifsad edenler arasında mu'tedil durumdadırlar.
Ehl-i sünnet inanır ki, Allah, her şeye kadirdir; kullarını doğru yola iletmeye ve kalblerini değiştirmeye muktedirdir. O'nun dilediği olur; dilemediği olmaz. O'nun mülkünde murâd etmediği vücud bulamaz; arzu ettiği bir şeyi yerine getirmekten de asla âciz değildir. O, a'yân olsun, sıfatlar olsun, hareketler olsun herşeyin yaratıcısıdır.
Ehl-i sünnet ve'l-cemâat yine inanır ki, kulun da bir kudreti, irâdesi ve fiili vardır. Kul, muhtar (irâde ve ihtiyar sahibi) dir; onu "mecbur" diye isimlendirmezler. Çünkü mecbur ihtiyar ve irâdesi dışında bir şeye zorlanan kimsedir. Cenâb-ı Hak ise kulu yapacağı işte muhtar kılmıştır. Dolayısıyla kul, seçen ve iradesiyle isteyip karar verendir; Allah da onun ve istediği şeyin yaratıcısı... Ki O'nun eşi, benzeri yoktur. Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde hiçbir şey O'nun benzeri değildir.
Onlar, isimler, ahkâm, va'd ve vaîd konularında da, kebîre (büyük günah) sahibi müslümanları cehennem'de ebedî kalıcılar sayan ve onları imandan tamamen çıkaran, Hz. Peygamber'in şefaatini inkâr eden Vaîdiyye ile "Fâsıkların imanı, aynen peygamberlerin imanı gibidir; sâlih ameller, dinden ve imandan değildir" diyen; vâidi, cezayı tamamen yalanlayan Mürcie arasında itidal üzeredirler.
Ehl-i sünnet ve'l-cemâat inanır ki, müslümanlardan fâsık olanlar, imanın bir kısmına ve temeline sahiptirler; ama kendilerine Cenneti gerekli kılacak ve lüzumlu olan imanın tam***** sahip değillerdir; cehennem'de ebediyyen kalmayacaklar; aksine kalbinde zerre ağırlığında veya hardal tanesi kadar iman olan, cehennem'den çıkacaktır; Hz. Peygamber, şefaatim ümmetinden kebîre sahipleri için biriktirip toplamıştır.
Aynı şekilde ehl-i sünnet, Resûlüllah'm ashabı -Allah cümlesinden razı olsun- hakkında da itidal üzere olup Hz. Ali hakkında haddi aşan ve onu Hz. Ebû bekr ile Hz. Ömer'e "tafdîl" edip üstün tutan, onun, Ebûbekr ve Ömer'den ayrı ma'sum imam olduğuna, ashabın zulme ve fıska düştüğüne itikat eden, aynı şekilde onlardan sonra ümmeti de tekfir eden ve hattâ bazan Hz. Ali 'yi bir peygamber veya ilâh kabullenen gulat-ı Şîa ile Hz. Ali'nin ve Hz. Osman'in kâfir olduğuna inanan, bu iki büyük sahâbînin ve onların idareciliğini kabul edenlerin kanlarını helâl sayan, Ali'ye, Osman'a ve benzeri zevata sövmeyi müstehab kabul eden, Hz. Ali'nin halifeliğini ve imametini zemmeden Haricîler arasında mu'tedil durumdadırlar.
Onlar, Sünnetin diğer konularında da hep aynı şekilde mu'tedil davranırlar. Çünkü onlar, Allah'ın Kitab'ına ve Resûlü'nün Sünnetine sımsıkı sarılıp; Muhacirin ve Ensâr'dan ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabî olanların ittifak ettiği şeylere bağlanmışlardır."
İbn Teymiyye Külliyatı 3. Cilt.