Kur'an’ın; "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz" (İnsan 30);
"Allah dilemedikçe kimse iman edemez" (Yunus 100);
"Eğer dileseydik herkes hidayete ererdi" (Secde 23);
“Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir; siz yaptıklarınızdan mutlaka sorgulanacaksınız" (Nahl 93);
"Allah dilemedikçe, ben kendime ne yarar ne de zarar verebilirim" (Araf 188);
"Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; Allah dilediğini yapandır" (Bakara 163),
gibi, belirli bildiriler içerdiğini gören Arap aristokratlar, şöyle demişlerdir:
"Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız, O'ndan başka bir şeye ibadet ederdik. O'ndan ayrı olarak da, herhangi bir şeyi haram kılmazdık" (Nahl 35).
"Dediler ki: Rahman dileseydi, biz putlara kulluk etmezdik" (Zuhruf 20).
İnançsız Araplar, Kur'an’da çelişkiler bulunduğu iddialarını, nasih ve mensuh (dinsel hükmü yürürlükten kaldırma) kuramıyla desteklemişler; Hz. Muhammed'in sık sık fikir değiştirdiğini, kimilerini ortadan kaldırdığı iddiasını ileri sürmüşlerdir.
Kur'an’ın bu iddialara yanıtı, onları bilgisizlik ve kavrayışsızlıkla suçlamak, ancak Allah'ın dilediği ayetleri yürürlükten kaldırabileceğini (Nesh), anımsatmak ve içeriğinde çelişkinin bulunmadığını söylemekten ibarettir.
Tarih süresince inançsız kesimin alttan alta sürdürdüğü en hummalı çalışma, Kur’an’daki açıklıklar üzerine olmuştur. Olumsuzluk kümesi içinde bulunan, içten pazarlıklı kimselerin bu düşüncelerini yadırgamamak gerekir.
İkna edici olmadığı görülen bu eleştirilerin, tartışmaya açık olması şarttır. Bu bakımdan, İslâm /tevhit felsefesini çok iyi analiz etmek, sonrasında ayetleri yorumlamakta yarar var.
İnsan Suresinin 30.ayetinde; dilemenin Mutlak varlığa ait olduğu, bireylerdeki isteme gücünün Allah’a dayandığı açıkça belirtilmektedir. Allah dilerse her yerde yoksulluk, kargaşa ve iç savaş çıkartır, dilerse her şey süt liman olur.
Yunus Suresinin 100. Ayetinde; yine bir önceki ayete paralel bir görüş var. Allah isterse bizler iman eden bir sınıfta yer alabiliriz. Kimse bu duruma kısa devre yaptırarak, kader denen olguyu değiştirebilme lüksüne sahip olduğunu söylemesin.
Secde Suresinin 23 Ayetinde de farklı bir şey yok. Varoluş değişik fotoğraflarla birlikte varlığını idame ettiriyor. Kur’an burada belirli bir anlamı çok boyutluluk ile anlatmanın en güzel örneğini sunuyor. Bir başka surede geçen; “ Her şeye yaratılış hakkını verdi; sonra hidayet etti ” (Ta-Ha/50) şeklindeki tanımlama da bunu gösteriyor.
Nahl Suresinin 93. Ayetinde, sapıtma ve hidayete erme koşulunun yine Allah’ın takdiriyle oluştuğu bildiriliyor. Bireyin istenileni algılayamamasındaki neden, aslını ve hakikatini bilememesi, varlığını Allah’tan ayrı bir varlık gibi kabullenmesidir.
Aslını müşahede eden ise, kendinin hangi yönde kul, hangi boyut itibariyle Allah olduğu bilincini taşır. Buna göre, kavram olarak hidayete ermenin Allah’a, sapıtmanın ise kul’a bağlanması, netice itibariyle her ikisinin de Allah’a dayanması makul karşılanmalıdır..
Amentü’de, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna ait bir rükün var. Sanırım bunu hatırlamanız sorunun çözümü açısından yeterli olacaktır. Buna rağmen kişi, yine de bulunduğu boyut itibariyle fiillerin kendinden sadır olması cihetiyle yaptıklarından sorumlu tutulacaktır !...
Araf Suresinin 188. Ayeti, diğer ayetlerle ilintilidir. Ne yapılması gerekiyorsa onun yapılması gerektiğini bir kez daha ortaya koyuyor.
Bakara Suresinin 163.cü Ayeti, diğer ayetlerle aynı konumdadır.
Nahl Suresinin 35.ci ayetinde, Allah’ın muradı ile bu alemlerin varolduğu belirtilmekte, sistemde artı ve eksinin yer alması dahi yine onun dilemesi ile gerçekleşmektedir.
Zuhruf Suresinin 20. Ayetinde, putlara tapınma dileğinin, bu kez, Rahman tarafından murad edildiği gözlenmektedir. Dikkat ettiyseniz bu ibarede Allah kelimesinin yerini Rahman sözcüğü almış. “Onlara Rahman’a secde edin denildiğinde, Rahman da ne, dediler? “(Furkan/60) ayetinde ifade edildiği üzere ‘Rahman’ı bilmiyoruz, tanımıyoruz’ diyenlere icabetle bu sure nazil olmuştur. Bu dönemlerde Hz. Muhammed’e inanmayan müşrikler, ona şair/sihirbaz diyerek, Kur’an hakkında söylediği sözlerin, kendisine başkaları tarafından öğretilmiş olduğunu düşünüyorlardı.
İçeriğinde ilâh anlayışını reddeden Kur’an’da, (gerçi bir çok yerinde bu kavram kullanılıyor, ancak sizin ilah diye bildiğiniz benim denmek isteniyor)) Rahman’ın insanları putlara yönlendirmesi beklenemez. Sonuçta insan, Rahman’ı suçlayamaz.
Değerli dostlarım; Kur’an yorumlamak çok önemli bir konu...
Düşünen beyinlere seslenmek istiyorum;
Böylesine muhteşem ilâhi düzende evrensel sistemde hataya yer olabilir mi?.. Her şeyi her an bilen, gören ve hisseden mutlak bilincin en küçük bir detayı bile gözden kaçırması, atlayabilmesi, dolayısıyla Kur’anın bir yığın anlamsız şeylerle dolu olabilmesi mümkün mü?..
Bir sinek bile ondan habersiz kanadını kıpırdatamazken, evrende başı boş gayesiz bir şekilde dolaşan varlıkların bulunması olağan mı?..
Biz bu nokta itibariyle, tek yanlı bakışlardan, hayallerden ne kadar uzak durur, ayağımızı ne kadar gerçeklerin üzerine basarsak o kadar doğru iş yapmış oluruz...
Geçmişte yabana atılmayacak sayıda insan, bir benzeri asla yapılamayacak olan Kur’an’ı tenkit etti. Ne yazık ki onlar, önyargılı oluşları nedeniyle, şan ve şöhret sahibi olmadıkları gibi hayatlarını da acımasızca tüketip gittiler.
Bütün mesele, Kur’an’ı iyi anlamak, verilen mesajları doğru değerlendirmek olmalı. Bunu yapmanın ilk şartı ise önce kendimizi doğru olarak anlamak ve değerlendirmektir.
Kur’an’ı anlamaya götüren en kestirme şey ise akıl ve iman yoludur. Büyük mutasavvıf Mevlâna’nın işaret ettiği gibi, gündelik işlerle hayatını geçiren bir insanın onu kolay kolay deşifre etmesi mümkün değildir. Aklı selim bir insan da, onun hakkında ön yargılı bir şekilde yorum yapmaz. Şayet yapıyorsa neticesine katlanır!...
Kısaca tanımlamak gerekirse Kur’an’ı çelişkiler yumağı olarak düşünmek ve böyle kabullenmek imkânsızdır...
Benim düşündüklerim bunlar.
Umarım farklı düşünmüyoruz !..
Ahmed F. Yüksel
"Allah dilemedikçe kimse iman edemez" (Yunus 100);
"Eğer dileseydik herkes hidayete ererdi" (Secde 23);
“Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir; siz yaptıklarınızdan mutlaka sorgulanacaksınız" (Nahl 93);
"Allah dilemedikçe, ben kendime ne yarar ne de zarar verebilirim" (Araf 188);
"Allah dileseydi onlar savaşmazlardı; Allah dilediğini yapandır" (Bakara 163),
gibi, belirli bildiriler içerdiğini gören Arap aristokratlar, şöyle demişlerdir:
"Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız, O'ndan başka bir şeye ibadet ederdik. O'ndan ayrı olarak da, herhangi bir şeyi haram kılmazdık" (Nahl 35).
"Dediler ki: Rahman dileseydi, biz putlara kulluk etmezdik" (Zuhruf 20).
İnançsız Araplar, Kur'an’da çelişkiler bulunduğu iddialarını, nasih ve mensuh (dinsel hükmü yürürlükten kaldırma) kuramıyla desteklemişler; Hz. Muhammed'in sık sık fikir değiştirdiğini, kimilerini ortadan kaldırdığı iddiasını ileri sürmüşlerdir.
Kur'an’ın bu iddialara yanıtı, onları bilgisizlik ve kavrayışsızlıkla suçlamak, ancak Allah'ın dilediği ayetleri yürürlükten kaldırabileceğini (Nesh), anımsatmak ve içeriğinde çelişkinin bulunmadığını söylemekten ibarettir.
Tarih süresince inançsız kesimin alttan alta sürdürdüğü en hummalı çalışma, Kur’an’daki açıklıklar üzerine olmuştur. Olumsuzluk kümesi içinde bulunan, içten pazarlıklı kimselerin bu düşüncelerini yadırgamamak gerekir.
İkna edici olmadığı görülen bu eleştirilerin, tartışmaya açık olması şarttır. Bu bakımdan, İslâm /tevhit felsefesini çok iyi analiz etmek, sonrasında ayetleri yorumlamakta yarar var.
İnsan Suresinin 30.ayetinde; dilemenin Mutlak varlığa ait olduğu, bireylerdeki isteme gücünün Allah’a dayandığı açıkça belirtilmektedir. Allah dilerse her yerde yoksulluk, kargaşa ve iç savaş çıkartır, dilerse her şey süt liman olur.
Yunus Suresinin 100. Ayetinde; yine bir önceki ayete paralel bir görüş var. Allah isterse bizler iman eden bir sınıfta yer alabiliriz. Kimse bu duruma kısa devre yaptırarak, kader denen olguyu değiştirebilme lüksüne sahip olduğunu söylemesin.
Secde Suresinin 23 Ayetinde de farklı bir şey yok. Varoluş değişik fotoğraflarla birlikte varlığını idame ettiriyor. Kur’an burada belirli bir anlamı çok boyutluluk ile anlatmanın en güzel örneğini sunuyor. Bir başka surede geçen; “ Her şeye yaratılış hakkını verdi; sonra hidayet etti ” (Ta-Ha/50) şeklindeki tanımlama da bunu gösteriyor.
Nahl Suresinin 93. Ayetinde, sapıtma ve hidayete erme koşulunun yine Allah’ın takdiriyle oluştuğu bildiriliyor. Bireyin istenileni algılayamamasındaki neden, aslını ve hakikatini bilememesi, varlığını Allah’tan ayrı bir varlık gibi kabullenmesidir.
Aslını müşahede eden ise, kendinin hangi yönde kul, hangi boyut itibariyle Allah olduğu bilincini taşır. Buna göre, kavram olarak hidayete ermenin Allah’a, sapıtmanın ise kul’a bağlanması, netice itibariyle her ikisinin de Allah’a dayanması makul karşılanmalıdır..
Amentü’de, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna ait bir rükün var. Sanırım bunu hatırlamanız sorunun çözümü açısından yeterli olacaktır. Buna rağmen kişi, yine de bulunduğu boyut itibariyle fiillerin kendinden sadır olması cihetiyle yaptıklarından sorumlu tutulacaktır !...
Araf Suresinin 188. Ayeti, diğer ayetlerle ilintilidir. Ne yapılması gerekiyorsa onun yapılması gerektiğini bir kez daha ortaya koyuyor.
Bakara Suresinin 163.cü Ayeti, diğer ayetlerle aynı konumdadır.
Nahl Suresinin 35.ci ayetinde, Allah’ın muradı ile bu alemlerin varolduğu belirtilmekte, sistemde artı ve eksinin yer alması dahi yine onun dilemesi ile gerçekleşmektedir.
Zuhruf Suresinin 20. Ayetinde, putlara tapınma dileğinin, bu kez, Rahman tarafından murad edildiği gözlenmektedir. Dikkat ettiyseniz bu ibarede Allah kelimesinin yerini Rahman sözcüğü almış. “Onlara Rahman’a secde edin denildiğinde, Rahman da ne, dediler? “(Furkan/60) ayetinde ifade edildiği üzere ‘Rahman’ı bilmiyoruz, tanımıyoruz’ diyenlere icabetle bu sure nazil olmuştur. Bu dönemlerde Hz. Muhammed’e inanmayan müşrikler, ona şair/sihirbaz diyerek, Kur’an hakkında söylediği sözlerin, kendisine başkaları tarafından öğretilmiş olduğunu düşünüyorlardı.
İçeriğinde ilâh anlayışını reddeden Kur’an’da, (gerçi bir çok yerinde bu kavram kullanılıyor, ancak sizin ilah diye bildiğiniz benim denmek isteniyor)) Rahman’ın insanları putlara yönlendirmesi beklenemez. Sonuçta insan, Rahman’ı suçlayamaz.
Değerli dostlarım; Kur’an yorumlamak çok önemli bir konu...
Düşünen beyinlere seslenmek istiyorum;
Böylesine muhteşem ilâhi düzende evrensel sistemde hataya yer olabilir mi?.. Her şeyi her an bilen, gören ve hisseden mutlak bilincin en küçük bir detayı bile gözden kaçırması, atlayabilmesi, dolayısıyla Kur’anın bir yığın anlamsız şeylerle dolu olabilmesi mümkün mü?..
Bir sinek bile ondan habersiz kanadını kıpırdatamazken, evrende başı boş gayesiz bir şekilde dolaşan varlıkların bulunması olağan mı?..
Biz bu nokta itibariyle, tek yanlı bakışlardan, hayallerden ne kadar uzak durur, ayağımızı ne kadar gerçeklerin üzerine basarsak o kadar doğru iş yapmış oluruz...
Geçmişte yabana atılmayacak sayıda insan, bir benzeri asla yapılamayacak olan Kur’an’ı tenkit etti. Ne yazık ki onlar, önyargılı oluşları nedeniyle, şan ve şöhret sahibi olmadıkları gibi hayatlarını da acımasızca tüketip gittiler.
Bütün mesele, Kur’an’ı iyi anlamak, verilen mesajları doğru değerlendirmek olmalı. Bunu yapmanın ilk şartı ise önce kendimizi doğru olarak anlamak ve değerlendirmektir.
Kur’an’ı anlamaya götüren en kestirme şey ise akıl ve iman yoludur. Büyük mutasavvıf Mevlâna’nın işaret ettiği gibi, gündelik işlerle hayatını geçiren bir insanın onu kolay kolay deşifre etmesi mümkün değildir. Aklı selim bir insan da, onun hakkında ön yargılı bir şekilde yorum yapmaz. Şayet yapıyorsa neticesine katlanır!...
Kısaca tanımlamak gerekirse Kur’an’ı çelişkiler yumağı olarak düşünmek ve böyle kabullenmek imkânsızdır...
Benim düşündüklerim bunlar.
Umarım farklı düşünmüyoruz !..
Ahmed F. Yüksel