Merhaba
Uzun bir uçak yolculuğunun ardından Havanaya indiğimizde hava kararmıştı. İlk şaşkınlığımı havaalanında görevlilerin kapalı alanda sigara içtiklerini gördüğümde yaşadım. Küba dumansever bir ülke, dönüşte uçağa binmek üzere beklerken yolcular da sigara içiyordu, yerdeki izmaritlere bakılırsa bu konuda ilk değillerdi. Bavulları aldıktan sonra ilk iş olarak paramızı Kübada da turist olarak harcayacağımız cuca çevirdik ve bana 100 yıllıkmış gibi gelen bir lada marka taksi ile güya pazarlık yaparak ama yine de pahalıya anlaşarak kalacağımız yere geldik. Otelde değil evinde fazla odası olan Kübalıların devlet izniyle işlettikleri casa particularelerde kalmayı tercih ettik. Rezervasyonu gelmeden önce internetten yaptığımızdan içimiz rahattı. Prado caddesinin başında, hem Malecona hem de Eski Havana bölgesine yakın bir noktada bulunan casamıza ulaştığımızda bizi minik bir sürpriz bekliyordu; odamızda kalanlar gitmemişti. Ama sonradan bizim her işimize koşacak olan tatlı ev sahibemiz aynı apartmanda aynı fiyata başka bir casa particularede yer ayarladığını söyledi, biz de sorun etmeyip iki kat aşağıdaki eve geçtik. Duş aldıktan sonra yemek yemek üzere çıktık. Madriddeki Prado caddesinin tıpatıpı olan geniş, ortasında yürüyüş yolu, kenarlarında da aslan heykelleri olan caddedeki sokak lambaları öyle solgundu ki aydınlatıyor bile denemezdi. O haliyle Küba ilk ve son kez gözüme karanlık ve korkutucu göründü. Yorgun olduğumuz için haritada yol bulacak mecalimiz yoktu o nedenle kaybolmamak için caddenin diğer ucuna yürüdük, açık gördüğümüz tek yer olan Habanaguexin işlettiği bir restoranda hafif bir şeyler yedik ve aynı yoldan geri döndük.
Hem saat farkına henüz alışmadığımızdan hem de erkence yattığımız için sabah erken kalktık. 08:30 gibi kahvaltı için odadan çıktık. Başka bir odada kalan çiftin kahvaltısını bitirmesini bekledik, çünkü salona açılan diğer iki odada kalan başka turistler vardı ve Luis herkesi evin en iyi yerinde, denize bakan balkonda ağırlamak istiyordu. Elleriyle hazırladığı kahvaltıda meyve salatası, guava suyu, tortilla, marmelat, ekmek ve kahve vardı. Saat 10 olduğunda hazırlanıp çıkmıştık. Önce tembihleri dinleyip ucuz ve iyi su içmek için Pradoda bir marketten suyumuzu aldık ve Lonely Planetdeki Habana Vieja (eski Havana) turunu yapmak üzere yürüdük. Yolda müzik aletleri satan bir yer bulduk. Bol bol fotoğraf çekerek ilerledik. İlk durağımız Plaza de la Catedral idi. Oraya ulaştığımızda tam Pazar ayini yapılmakta olduğundan hayli kalabalıktı. Masalarını meydana atmış olan ve denenmesi tavsiye edilen Restaurante el Patioya henüz tok olduğumuz için uğramadık. Katedralin içine girdik ve meydandaki sanat galerisini gezdik.
Oradan Plaza de Armasa yürüdük. Castillo de la Real Fuerza kalesini gezdik. Palacio del Segundo Cabonun (vali yardımcısının evi) altındaki kitapçıyı gezerken, gözümüze bir dolu müzik cdsi kestirdik. Museo de la Ciudadı gezdik, Aslı Pelitin kitabında yazdığı, herkese sergilenmeyen yekpare mermerden küveti gördük. Bir görevli kadın bizden bahşiş koparmak için asker gibi önüne katıp şurada dur, buraya bak, ay lav yu (öpüşün demeyi kastediyor) diyerek fotolarımızı çekti.
Plaza de Armasdan Plaza de San Francisco de Asise doğru yola çıktık. Yolumuzun üzerindeki Maqueta de la Habana Viejayı (eski Havana maketi) gezdik. Yine yolumuzun üzerindeki Museo del Chocoladeye (Çikolata Müzesi) girmek için biraz bekledik. Ancak sıcak çikolatalar beklediğimize değdi. Plaza de San Francisco Asisde aslanlı çeşmeyi gördük fakat kiliseye girmedik.
Sonra eski Havana bölgesindeki son meydan olan Plaza Viejaya (Eski meydan) gittik. Burası en eski meydan olup bir dönem otopark olma tehlikesi yaşamış, neyse ki bu karardan vazgeçilip meydana bakan binalar restore edilerek yine meydan görüntüsü korunmuş. Tam köşedeki binanın üzerinde kitaplardan okuduğumuz Camera Obscuraya çıktık. Karanlık odanın ortasındaki konkav platformda tepeden gelen kameranın yansımasında görevli bayan İspanyolca olarak nerelerin göründüğünü anlattı, iki aylık ispanyolcam bunu anlamaya yetmedi yazık ki Terasta biraz vakit geçirip o ana kadarki yorgunluğumuzu atmak için meydana bakan Taberna de la Murallada bir mola verdik, kendi damıttıkları biralarını tadarken canlı bir grup müzik yapıyordu. Yaşı ancak 5-6 olan bir erkek çocuk ve onun 1 yaş büyüğü ablası -idi sanırım- hiç ritim kaçırmadan, sadece ayaklarıyla değil, kollarını tüm bedenlerini kullanarak dans ediyorlardı. Kübalıların müzik ve dans konusunda nasıl bu kadar yetenekli olduklarını onları izlerken anladım. O çocuk 25 yaşına geldiğinde yirmi yıldır dans ediyor olacak!
Ayaklarımızın yorgunluğu geçtikten sonra sahil tarafına dönüp Museo del Ron (Rom Müzesi) ve Barre Dos Hermanosun önünden geçtik, ikisine de girmedik. Plaza de Armasa gelince gayet hareketli görünen Obispo sokağına girdik. Sanat galerilerinin ve hediyelik eşya dükkanlarının ve bir dolu insanın arasından bakınarak yürüdük, açık pazarı gezdik, yine müzik aletlerine baktık. Eğer turla gelmiş olsaydık kalacağımız otel olan Hotel Floridanın önünden geçtik ve Obisponun sonundaki Parque Centrale geldik. Tam o sırada Gran Teatroda dans gösterisi vardı ancak turist fiyatları çok pahalıydı. Biz de hemen yanındaki Amerikadaki başkanlık sarayının küçük ölçekte bir kopyası olan Capitolio Nacional binasını gezdik. Dünyanın iç mekanda sergilenen en büyük 3. heykeli olan heykel hayli heybetliydi. Binanın içi de dışı gibi etkileyici detaylarla doluydu.
Sonra Pradodan dümdüz yürüyüp casamıza ulaştık. Bir banyo ve siestanın ardından akşam yemeği için hazırlanıp çıktık. Pradoda casaya çok yakın olan ve tavsiye edilen Dona Blanquita Paladarında yemek yedik. Paladarlar da devlet izniyle evinde yemek yapıp minik bir restoran gibi servis veren yerlerin adı. Bizim bildiğimiz anlamdaki restoranların hepsi de devlete ait ve daha çok standart yiyecekler var. Kril mutfağı denen aslında bana göre pek bir numarası olmayan Küba mutfağına dair yerel yemekleri paladarlarda üstelik restoranlara göre daha uygun fiyatlara tatmak mümkün. Gittiğimiz paladar da evin salonuna ve balkonuna küçük kare masalar yerleştirmiş, çocukları koltukta oturup televizyon izlerken kendisi mutfaktan yemekleri taşıyan bir bayana aitti ve yemekler gerçekten güzeldi.
Karnımız doyunca yürüyerek Kübada asıl görmek istediğimiz yer olan Casa de la Musicaya (Müzik ve tabii ki dans evi) geldik. Yemeğe giderken yağmakta olan yağmur durmuştu. Sokaklar bir önceki akşam gibi cılız bir şekilde aydınlatılıyordu. Sokaklar gündüze göre hayli boştu ancak Kübalıların turistlerle hiçbir alıp veremediğinin olmadığını anlamış olduğumdan karanlık sokaklar hiç de ürkütücü gelmedi. Ulaştığımızda Casa de la Musicanın saat 11de açılacağını okuduk, biz de hemen yanında Americana adında cayır cayır floresanla aydınlatılmış, alçak tavanlı, televizyonda eski pop parçalarının çalındığı ve herkesin yüksek sesle konuştuğu bir kafeteryada daiquiri ve cubanito içerek açılış saatini bekledik. Bizim dışımızdakiler Kübalı gençlerdi ve giyimlerinden, hareketlerinden bazı şeylere kitchlik derecesinde özendikleri belli oluyordu. 11de sıraya girip içeri alındıktan sonra dansın başlamasını epey bekledik. Önce dansçı kızlardan oluşan bir grubun gösterisini izledik ardından şişman bir amca 1-2 solo şarkı söyledikten sonra turistleri ortama ısındırmak için her gruba nereli olduğunu sordu ve İspanyollar, İngilizler için o ülkelerden bir şarkı çaldı. Sıra bize geldiğinde ne çalacak acaba diye merak ederken, bizden önceki grup Çek çıkınca sunucu amca kilitlendi ve şarkı çalmayı bırakıp canlı Latin grubunu davet etti. Ses düzeyi klima gibi çok yükseğe ayarlanmıştı, grup latine daha çok benzeyen Kübalılara göre popüler ancak bizim daha önce duymadığımız şeyler çalmaya başladılar. Hınca hınç bir kalabalık yoktu, biz de dans ettik ancak İstanbuldaki Latin gecelerinin tadı yoktu Gözlerimi alamadığım kişi bizim beden ölçülerimize sığmayacak denli geniş olmasına rağmen beyaz bir kapri pantolon ve turuncu bir büstiyer giymiş, kalçalarını kıvıra kıvıra dans ederken nasıl olup da dünyanın ekseninden çıkmadığına hayret ettiğim bir Kübalı ablaydı. Kendiyle barışık ve özgüvenli olmak ve hayatın tadını çıkarmak Kübalı kadınlardan öğreneceğimiz ne çok şey var.
Geldiğimizde odamızı boşaltmamış olan turistler ayrılmış olduğu için sabah odamızı değiştirip dışarı çıktık ve ilk olarak Museo del Revoluciona yani Devrim Müzesine gittik. Devrime dair her şeyin yer aldığı, öncesini, kendisini ve sonrasını anlatan 4 katlı müzede 1.5- 2 saat geçirdik. Sonra Pradonun bir paraleli olan Barcelonada yürüyerek Barrio de Chinoya (çin mahallesine) gittik, El Gran Dragonda yemek yedik ve yürüyerek sahile gittik. Bir lada taksi ile Vedadodaki La Rampaya gittik. Yara Sinemasını görüp, köşeden dönerek Universidada yani üniversiteye gittik. Festivalde izlediğim Soy Cuba filminde öğrenci hareketlerinin yapıldığı yerin, geniş basamaklarının ve heykelin yakından daha etkileyici olduğunu gördüm. Aynı yerden dönüp ünlü dondurmacı Copellada bir dondurma molası verdik. Bizim Yaşar Usta ile boy ölçüşemeyecek olsa da dondurmalar serinletti. Daha sonra hemen köşede yükselen Habana Libre binasının tepesine çıktık. Terasta fotoğraf çekip bir şeyler içebileceğimizi düşünüyorduk ancak bizi kapalı halde bekleyen Turquinonun kapısından döndük. Turquino aynı zamanda Kübadaki en yüksek dağın adı ve Türkün, Türke ait anl***** geliyor. Bu ismin nereden geldiğini sonraki durağımız olan Santiago de Cubada tanışıp arkadaş olduğumuz Silvioya sorduk, bir nedeni olmadığını söyledi. Habana Libre de Havananın en yüksek binası olup, eskiden Hilton iken devrimle ismi değişmiş ve Fidelin 11. katını bir süre ofis olarak kullanmış.
Vedadoda yürüyerek ilginç mimarisiyle yükselen başka önemli bina olan Edificio Foscanın önünden geçip sahile, Malecona ulaştık. Denizin dalgalı olduğu bir gündü, dalgalar metrelerce yükseliyor ve sahil yolunun kenarındaki seti aşıyordu. Plaza Tribuna Antiimperyalistaya kadar yürüdük. Devamı için Malecona araç trafiği kapatıldığı noktada, mor üniformalı bir trafik polisi ve bizden başka kimse yoktu. Antiemperyalizm için dikilmiş olan ve ayın belli günlerinde göndere 101 siyah bayrak çekilen bayrak direklerini ve hemen karşısındaki Amerikan Göçmen Bürosunu (US İnterest Section) gördük. Bizim ziyaret ettiğimiz gün ayın o belli günlerinden değildi ve polisler tarafından korunan direkler gökyüzüne keskin iğneler gibi yükseliyordu.
Dönüşte, bir coco-taksi bulduk. Coco-taksiler bir Hindistan cevizi gibi yuvarlak bir kabinin içine iki yolcu koltuğunu çeken motorsikletler, Havanada bol miktarda olan arıya benzer halleriyle her yere girip çıkan ve sıcak havada efil efil bir yolculuk sundukları için turistler tarafından tercih edilen bir taksi. Onunla trafiğe takılmamak için Habana Centronun bakımsız ara sokaklarında ilerleyerek Prado No:20ye ulaştık. Siestadan sonra hazırlanıp akşam yemeği için kitaplarda övülen ve ilk uğradığımızda tok olduğumuz için girmediğimiz eski Havanada Katedral Meydanındaki El Patioya gittik. Meydana bakan balkonunda güzel bir Şili şarabı eşliğinde Kübada yediğimiz en güzel yemeği yedik. Müzik grubunun canlı çaldığı melodiler bizim içindi. Yemekten sonra gündüz gezdiğimiz eski Havananın gece halini görmek için diğer meydanlara yürüdük sırayla. Plaza de Armas boştu, San Francisco de Asis de boştu. Rom Müzesinin barında canlı müzik olduğunu görünce bir içki alıp içeri avluya geçtik. Biraz dans ettikten sonra çıkıp eski meydana çıktık. Oradaki biracı biraz hareketliydi ancak biz Eski Havananın ara sokaklarında yürüyerek Devrim Müzesine, oradan da Pradonun başına çıkıp eve gittik. Artık kitaptaki haritaya bakmadan da yönümüzü bulabilmeye başlamıştık. Üstelik sokaklar ıssız ve yer yer az aydınlatılmasına rağmen insan hep kendini güvende hissediyor.
Sabah erken kalktık, Havanada görülecek yerlerin çoğunu gördüğümüz için günün bir kısmını plajda geçirmeye karar verdik. Kahvaltı yapıp ona göre hazırlandık. Ev sahibemiz tatlı Perla bizim için Santiago de Cuba ve Trinidaddaki casa particularları aradı ve rezervasyonlarımızı konfirme etti. Bize bir sonraki sabah 5de havaalanına götürecek taksiyi ayarladı.
Plaja gitmek için Central Parkdan Havana Bus Tourun 3 nolu rotasına binip Playa del Estedeki Santa Maria del Mara gittik. İndiğimiz son duraktaki Club Atlantico Otelinin plajında gölge ve şezlongları kişi başı 2 cuc ödeyerek kullandık. Palmiye ağaçları, incecik kumlar, turkuaz rengi deniz, bembeyaz dalgalarla kartpostal olabilecek denli güzel bir yerdi. Dalgaların sesi otelden gelen Latin tınılarını bile bastırıyordu. Sahilde yürüdük ve denize girmeyi denedik. Denedik diyorum çünkü insan boyunu aşan dalgalar ardı ardına geliyor, onların arasından girmeye çalışsak bile kaldırdığı kumla birlikte dertop edip kıyıya vuruyordu. Saç diplerime kadar kum olup, sürüklenirken taşlar tarafından çizilince vazgeçip çıktım. Otelin duşunu kullandıktan sonra güneşlenirken kurudum. Acıkınca Lonely Planette övülen ve aslında bulunduğumuz noktaya en yakın restoran olan Don Pepeye gittik, balık ve karides yedik. Yerli biralardan tadını daha çok beğendiğim Bucanero içtim. Mönülerde nacional cerveza olarak geçiyor ve özellikle belirtmezseniz bizdeki efes lighta benzer bir bira olan cristal getiriyorlar. Ben öğrendiğimden itibaren favorim olan Bucaneroyu özellikle istiyorum. Çok iptidai bir tuvaletleri vardı. Dört duvarın içinde bir delik ve bir musluktan oluşuyordu diyebilirim. Niyeyse kapısı kilitliydi ve kilidi açmaya gelen delikanlının arkadaş canlısı mı yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadım. Bana nereli olduğumu sordu, söyledim, o da Havanalı olduğunu kendi söyledi. Restoranda yemekle birlikte ekmek gelmedi, biz isteyince, üstünde sadece baharat ve yağ olan pizaya benzer bir şey önerdiler, onu istedik.
Yemekten sonra Havana Bus Tourun dönüş seferi ile döndük, odaya gidip banyo yapıp çıktık. Tekrar havana Bus Tour ile, bu sefer iki katlı, üstü açık olanla(T1) Devrim Meydanına (Plaza de Revolucion) gittik. Maleconda daha önce hazırlıklarını dinlediğimiz konser o günmüş. Havanadaki bütün gençler akın akın her yönden oraya doğru gidiyordu. Devrim Meydanında Che ve Fidelin duvarındaki resimlerinin ve Jose Marti heykelinin fotolarını çektik, bir sonraki ile geri döndük. Aslında T2 ile birlikte alıp meydandan Miramara (Marina Hemingway) gidene binecektik ancak son seferi kaçırdığımız için gitsek bile dönemeyeceğimizden vazgeçtik. T1in turu Havana Viejaya doğru giderken bir tabelada Mustafa Kemal Atatürk yazdığını okudum. İlk durakta inip oraya doğru yürüdük ve varlığını kitaptan okuduğumuz Atatürk büstünü gördük, fotoğrafladık. Sonra Viejaya gidip El Bodeguita del Medioyu bulduk. Bu yazar Hemingwayin mojitomu burada içerim diyerek Kübada yaşarken meşhur ettiği yerlerden biri. Biz de hepi topu dörde dört metre alanda barı çıkardıktan sonra kalan ikiye ikilik alanı diğer müşteriler ve süper müzik yapan bir septet (yedili) grupla paylaşarak ikişer mojito içtik. Ben güzel müziğe dayanamadığım için ayakta durduğum yerde dans edebildim. Mezzo sesli solist hasta olmasına rağmen harika söylüyordu, ayrılırken cdlerini aldık. Bu sırada acıktık. Kitapta odun fırınında pişirdiği pizzaları övülen la Dominicaya pizza yemeye gittik. Masaları dışarı atmışlardı ve orada da canlı müzik vardı. Zaten bir önceki barda havaya girmiş olduğumuzdan yemeklerimiz gelene kadar restoranın önündeki eğri büğrü kaldırımların üzerinde dans ettik, bu en çok müzisyenlerin hoşuna gitti. Nasıl gitmesin? Gündüzden itibaren her restoran ve cafede en az 5 kişiden oluşan gruplar o sıcakta gayet yüksek performans göstererek uzun saatler boyunca canlı müzik yapıyorlar. İnsanı kıpır kıpır eden iyi müzik yazık ki turistlere işlemiyor, çoğunlukla çalınan banttan bir müzikmiş gibi dikkatlerini vermeden yemeklerini yiyorlar, en fazla el çırparak, müzik bittikten sonra grubun yanına gidip ellerinde marakaslarla fotoğraf çektirerek iştirak ediyorlar. Biz ise, daha çok benim zorumla da olsa, Küba stili dans bilmememize rağmen bildiğimiz dansı düzgün pist, uygun ayakkabı aramadan, nerede yer bulursak yapıyorduk. O akşam da öyle oldu, hızımızı alamadık, yemekten sonra bir de cha cha yaptık, o grubun da cdsini alıp hazırlanmak için erkence odaya gittik. Ev sahiplerimizle vedalaştık, paramızı ödedik, bavulları toplayıp yattık.
derki.com
Uzun bir uçak yolculuğunun ardından Havanaya indiğimizde hava kararmıştı. İlk şaşkınlığımı havaalanında görevlilerin kapalı alanda sigara içtiklerini gördüğümde yaşadım. Küba dumansever bir ülke, dönüşte uçağa binmek üzere beklerken yolcular da sigara içiyordu, yerdeki izmaritlere bakılırsa bu konuda ilk değillerdi. Bavulları aldıktan sonra ilk iş olarak paramızı Kübada da turist olarak harcayacağımız cuca çevirdik ve bana 100 yıllıkmış gibi gelen bir lada marka taksi ile güya pazarlık yaparak ama yine de pahalıya anlaşarak kalacağımız yere geldik. Otelde değil evinde fazla odası olan Kübalıların devlet izniyle işlettikleri casa particularelerde kalmayı tercih ettik. Rezervasyonu gelmeden önce internetten yaptığımızdan içimiz rahattı. Prado caddesinin başında, hem Malecona hem de Eski Havana bölgesine yakın bir noktada bulunan casamıza ulaştığımızda bizi minik bir sürpriz bekliyordu; odamızda kalanlar gitmemişti. Ama sonradan bizim her işimize koşacak olan tatlı ev sahibemiz aynı apartmanda aynı fiyata başka bir casa particularede yer ayarladığını söyledi, biz de sorun etmeyip iki kat aşağıdaki eve geçtik. Duş aldıktan sonra yemek yemek üzere çıktık. Madriddeki Prado caddesinin tıpatıpı olan geniş, ortasında yürüyüş yolu, kenarlarında da aslan heykelleri olan caddedeki sokak lambaları öyle solgundu ki aydınlatıyor bile denemezdi. O haliyle Küba ilk ve son kez gözüme karanlık ve korkutucu göründü. Yorgun olduğumuz için haritada yol bulacak mecalimiz yoktu o nedenle kaybolmamak için caddenin diğer ucuna yürüdük, açık gördüğümüz tek yer olan Habanaguexin işlettiği bir restoranda hafif bir şeyler yedik ve aynı yoldan geri döndük.
Hem saat farkına henüz alışmadığımızdan hem de erkence yattığımız için sabah erken kalktık. 08:30 gibi kahvaltı için odadan çıktık. Başka bir odada kalan çiftin kahvaltısını bitirmesini bekledik, çünkü salona açılan diğer iki odada kalan başka turistler vardı ve Luis herkesi evin en iyi yerinde, denize bakan balkonda ağırlamak istiyordu. Elleriyle hazırladığı kahvaltıda meyve salatası, guava suyu, tortilla, marmelat, ekmek ve kahve vardı. Saat 10 olduğunda hazırlanıp çıkmıştık. Önce tembihleri dinleyip ucuz ve iyi su içmek için Pradoda bir marketten suyumuzu aldık ve Lonely Planetdeki Habana Vieja (eski Havana) turunu yapmak üzere yürüdük. Yolda müzik aletleri satan bir yer bulduk. Bol bol fotoğraf çekerek ilerledik. İlk durağımız Plaza de la Catedral idi. Oraya ulaştığımızda tam Pazar ayini yapılmakta olduğundan hayli kalabalıktı. Masalarını meydana atmış olan ve denenmesi tavsiye edilen Restaurante el Patioya henüz tok olduğumuz için uğramadık. Katedralin içine girdik ve meydandaki sanat galerisini gezdik.
Oradan Plaza de Armasa yürüdük. Castillo de la Real Fuerza kalesini gezdik. Palacio del Segundo Cabonun (vali yardımcısının evi) altındaki kitapçıyı gezerken, gözümüze bir dolu müzik cdsi kestirdik. Museo de la Ciudadı gezdik, Aslı Pelitin kitabında yazdığı, herkese sergilenmeyen yekpare mermerden küveti gördük. Bir görevli kadın bizden bahşiş koparmak için asker gibi önüne katıp şurada dur, buraya bak, ay lav yu (öpüşün demeyi kastediyor) diyerek fotolarımızı çekti.
Plaza de Armasdan Plaza de San Francisco de Asise doğru yola çıktık. Yolumuzun üzerindeki Maqueta de la Habana Viejayı (eski Havana maketi) gezdik. Yine yolumuzun üzerindeki Museo del Chocoladeye (Çikolata Müzesi) girmek için biraz bekledik. Ancak sıcak çikolatalar beklediğimize değdi. Plaza de San Francisco Asisde aslanlı çeşmeyi gördük fakat kiliseye girmedik.
Sonra eski Havana bölgesindeki son meydan olan Plaza Viejaya (Eski meydan) gittik. Burası en eski meydan olup bir dönem otopark olma tehlikesi yaşamış, neyse ki bu karardan vazgeçilip meydana bakan binalar restore edilerek yine meydan görüntüsü korunmuş. Tam köşedeki binanın üzerinde kitaplardan okuduğumuz Camera Obscuraya çıktık. Karanlık odanın ortasındaki konkav platformda tepeden gelen kameranın yansımasında görevli bayan İspanyolca olarak nerelerin göründüğünü anlattı, iki aylık ispanyolcam bunu anlamaya yetmedi yazık ki Terasta biraz vakit geçirip o ana kadarki yorgunluğumuzu atmak için meydana bakan Taberna de la Murallada bir mola verdik, kendi damıttıkları biralarını tadarken canlı bir grup müzik yapıyordu. Yaşı ancak 5-6 olan bir erkek çocuk ve onun 1 yaş büyüğü ablası -idi sanırım- hiç ritim kaçırmadan, sadece ayaklarıyla değil, kollarını tüm bedenlerini kullanarak dans ediyorlardı. Kübalıların müzik ve dans konusunda nasıl bu kadar yetenekli olduklarını onları izlerken anladım. O çocuk 25 yaşına geldiğinde yirmi yıldır dans ediyor olacak!
Ayaklarımızın yorgunluğu geçtikten sonra sahil tarafına dönüp Museo del Ron (Rom Müzesi) ve Barre Dos Hermanosun önünden geçtik, ikisine de girmedik. Plaza de Armasa gelince gayet hareketli görünen Obispo sokağına girdik. Sanat galerilerinin ve hediyelik eşya dükkanlarının ve bir dolu insanın arasından bakınarak yürüdük, açık pazarı gezdik, yine müzik aletlerine baktık. Eğer turla gelmiş olsaydık kalacağımız otel olan Hotel Floridanın önünden geçtik ve Obisponun sonundaki Parque Centrale geldik. Tam o sırada Gran Teatroda dans gösterisi vardı ancak turist fiyatları çok pahalıydı. Biz de hemen yanındaki Amerikadaki başkanlık sarayının küçük ölçekte bir kopyası olan Capitolio Nacional binasını gezdik. Dünyanın iç mekanda sergilenen en büyük 3. heykeli olan heykel hayli heybetliydi. Binanın içi de dışı gibi etkileyici detaylarla doluydu.
Sonra Pradodan dümdüz yürüyüp casamıza ulaştık. Bir banyo ve siestanın ardından akşam yemeği için hazırlanıp çıktık. Pradoda casaya çok yakın olan ve tavsiye edilen Dona Blanquita Paladarında yemek yedik. Paladarlar da devlet izniyle evinde yemek yapıp minik bir restoran gibi servis veren yerlerin adı. Bizim bildiğimiz anlamdaki restoranların hepsi de devlete ait ve daha çok standart yiyecekler var. Kril mutfağı denen aslında bana göre pek bir numarası olmayan Küba mutfağına dair yerel yemekleri paladarlarda üstelik restoranlara göre daha uygun fiyatlara tatmak mümkün. Gittiğimiz paladar da evin salonuna ve balkonuna küçük kare masalar yerleştirmiş, çocukları koltukta oturup televizyon izlerken kendisi mutfaktan yemekleri taşıyan bir bayana aitti ve yemekler gerçekten güzeldi.
Karnımız doyunca yürüyerek Kübada asıl görmek istediğimiz yer olan Casa de la Musicaya (Müzik ve tabii ki dans evi) geldik. Yemeğe giderken yağmakta olan yağmur durmuştu. Sokaklar bir önceki akşam gibi cılız bir şekilde aydınlatılıyordu. Sokaklar gündüze göre hayli boştu ancak Kübalıların turistlerle hiçbir alıp veremediğinin olmadığını anlamış olduğumdan karanlık sokaklar hiç de ürkütücü gelmedi. Ulaştığımızda Casa de la Musicanın saat 11de açılacağını okuduk, biz de hemen yanında Americana adında cayır cayır floresanla aydınlatılmış, alçak tavanlı, televizyonda eski pop parçalarının çalındığı ve herkesin yüksek sesle konuştuğu bir kafeteryada daiquiri ve cubanito içerek açılış saatini bekledik. Bizim dışımızdakiler Kübalı gençlerdi ve giyimlerinden, hareketlerinden bazı şeylere kitchlik derecesinde özendikleri belli oluyordu. 11de sıraya girip içeri alındıktan sonra dansın başlamasını epey bekledik. Önce dansçı kızlardan oluşan bir grubun gösterisini izledik ardından şişman bir amca 1-2 solo şarkı söyledikten sonra turistleri ortama ısındırmak için her gruba nereli olduğunu sordu ve İspanyollar, İngilizler için o ülkelerden bir şarkı çaldı. Sıra bize geldiğinde ne çalacak acaba diye merak ederken, bizden önceki grup Çek çıkınca sunucu amca kilitlendi ve şarkı çalmayı bırakıp canlı Latin grubunu davet etti. Ses düzeyi klima gibi çok yükseğe ayarlanmıştı, grup latine daha çok benzeyen Kübalılara göre popüler ancak bizim daha önce duymadığımız şeyler çalmaya başladılar. Hınca hınç bir kalabalık yoktu, biz de dans ettik ancak İstanbuldaki Latin gecelerinin tadı yoktu Gözlerimi alamadığım kişi bizim beden ölçülerimize sığmayacak denli geniş olmasına rağmen beyaz bir kapri pantolon ve turuncu bir büstiyer giymiş, kalçalarını kıvıra kıvıra dans ederken nasıl olup da dünyanın ekseninden çıkmadığına hayret ettiğim bir Kübalı ablaydı. Kendiyle barışık ve özgüvenli olmak ve hayatın tadını çıkarmak Kübalı kadınlardan öğreneceğimiz ne çok şey var.
Geldiğimizde odamızı boşaltmamış olan turistler ayrılmış olduğu için sabah odamızı değiştirip dışarı çıktık ve ilk olarak Museo del Revoluciona yani Devrim Müzesine gittik. Devrime dair her şeyin yer aldığı, öncesini, kendisini ve sonrasını anlatan 4 katlı müzede 1.5- 2 saat geçirdik. Sonra Pradonun bir paraleli olan Barcelonada yürüyerek Barrio de Chinoya (çin mahallesine) gittik, El Gran Dragonda yemek yedik ve yürüyerek sahile gittik. Bir lada taksi ile Vedadodaki La Rampaya gittik. Yara Sinemasını görüp, köşeden dönerek Universidada yani üniversiteye gittik. Festivalde izlediğim Soy Cuba filminde öğrenci hareketlerinin yapıldığı yerin, geniş basamaklarının ve heykelin yakından daha etkileyici olduğunu gördüm. Aynı yerden dönüp ünlü dondurmacı Copellada bir dondurma molası verdik. Bizim Yaşar Usta ile boy ölçüşemeyecek olsa da dondurmalar serinletti. Daha sonra hemen köşede yükselen Habana Libre binasının tepesine çıktık. Terasta fotoğraf çekip bir şeyler içebileceğimizi düşünüyorduk ancak bizi kapalı halde bekleyen Turquinonun kapısından döndük. Turquino aynı zamanda Kübadaki en yüksek dağın adı ve Türkün, Türke ait anl***** geliyor. Bu ismin nereden geldiğini sonraki durağımız olan Santiago de Cubada tanışıp arkadaş olduğumuz Silvioya sorduk, bir nedeni olmadığını söyledi. Habana Libre de Havananın en yüksek binası olup, eskiden Hilton iken devrimle ismi değişmiş ve Fidelin 11. katını bir süre ofis olarak kullanmış.
Vedadoda yürüyerek ilginç mimarisiyle yükselen başka önemli bina olan Edificio Foscanın önünden geçip sahile, Malecona ulaştık. Denizin dalgalı olduğu bir gündü, dalgalar metrelerce yükseliyor ve sahil yolunun kenarındaki seti aşıyordu. Plaza Tribuna Antiimperyalistaya kadar yürüdük. Devamı için Malecona araç trafiği kapatıldığı noktada, mor üniformalı bir trafik polisi ve bizden başka kimse yoktu. Antiemperyalizm için dikilmiş olan ve ayın belli günlerinde göndere 101 siyah bayrak çekilen bayrak direklerini ve hemen karşısındaki Amerikan Göçmen Bürosunu (US İnterest Section) gördük. Bizim ziyaret ettiğimiz gün ayın o belli günlerinden değildi ve polisler tarafından korunan direkler gökyüzüne keskin iğneler gibi yükseliyordu.
Dönüşte, bir coco-taksi bulduk. Coco-taksiler bir Hindistan cevizi gibi yuvarlak bir kabinin içine iki yolcu koltuğunu çeken motorsikletler, Havanada bol miktarda olan arıya benzer halleriyle her yere girip çıkan ve sıcak havada efil efil bir yolculuk sundukları için turistler tarafından tercih edilen bir taksi. Onunla trafiğe takılmamak için Habana Centronun bakımsız ara sokaklarında ilerleyerek Prado No:20ye ulaştık. Siestadan sonra hazırlanıp akşam yemeği için kitaplarda övülen ve ilk uğradığımızda tok olduğumuz için girmediğimiz eski Havanada Katedral Meydanındaki El Patioya gittik. Meydana bakan balkonunda güzel bir Şili şarabı eşliğinde Kübada yediğimiz en güzel yemeği yedik. Müzik grubunun canlı çaldığı melodiler bizim içindi. Yemekten sonra gündüz gezdiğimiz eski Havananın gece halini görmek için diğer meydanlara yürüdük sırayla. Plaza de Armas boştu, San Francisco de Asis de boştu. Rom Müzesinin barında canlı müzik olduğunu görünce bir içki alıp içeri avluya geçtik. Biraz dans ettikten sonra çıkıp eski meydana çıktık. Oradaki biracı biraz hareketliydi ancak biz Eski Havananın ara sokaklarında yürüyerek Devrim Müzesine, oradan da Pradonun başına çıkıp eve gittik. Artık kitaptaki haritaya bakmadan da yönümüzü bulabilmeye başlamıştık. Üstelik sokaklar ıssız ve yer yer az aydınlatılmasına rağmen insan hep kendini güvende hissediyor.
Sabah erken kalktık, Havanada görülecek yerlerin çoğunu gördüğümüz için günün bir kısmını plajda geçirmeye karar verdik. Kahvaltı yapıp ona göre hazırlandık. Ev sahibemiz tatlı Perla bizim için Santiago de Cuba ve Trinidaddaki casa particularları aradı ve rezervasyonlarımızı konfirme etti. Bize bir sonraki sabah 5de havaalanına götürecek taksiyi ayarladı.
Plaja gitmek için Central Parkdan Havana Bus Tourun 3 nolu rotasına binip Playa del Estedeki Santa Maria del Mara gittik. İndiğimiz son duraktaki Club Atlantico Otelinin plajında gölge ve şezlongları kişi başı 2 cuc ödeyerek kullandık. Palmiye ağaçları, incecik kumlar, turkuaz rengi deniz, bembeyaz dalgalarla kartpostal olabilecek denli güzel bir yerdi. Dalgaların sesi otelden gelen Latin tınılarını bile bastırıyordu. Sahilde yürüdük ve denize girmeyi denedik. Denedik diyorum çünkü insan boyunu aşan dalgalar ardı ardına geliyor, onların arasından girmeye çalışsak bile kaldırdığı kumla birlikte dertop edip kıyıya vuruyordu. Saç diplerime kadar kum olup, sürüklenirken taşlar tarafından çizilince vazgeçip çıktım. Otelin duşunu kullandıktan sonra güneşlenirken kurudum. Acıkınca Lonely Planette övülen ve aslında bulunduğumuz noktaya en yakın restoran olan Don Pepeye gittik, balık ve karides yedik. Yerli biralardan tadını daha çok beğendiğim Bucanero içtim. Mönülerde nacional cerveza olarak geçiyor ve özellikle belirtmezseniz bizdeki efes lighta benzer bir bira olan cristal getiriyorlar. Ben öğrendiğimden itibaren favorim olan Bucaneroyu özellikle istiyorum. Çok iptidai bir tuvaletleri vardı. Dört duvarın içinde bir delik ve bir musluktan oluşuyordu diyebilirim. Niyeyse kapısı kilitliydi ve kilidi açmaya gelen delikanlının arkadaş canlısı mı yoksa başka bir şey mi olduğunu anlayamadım. Bana nereli olduğumu sordu, söyledim, o da Havanalı olduğunu kendi söyledi. Restoranda yemekle birlikte ekmek gelmedi, biz isteyince, üstünde sadece baharat ve yağ olan pizaya benzer bir şey önerdiler, onu istedik.
Yemekten sonra Havana Bus Tourun dönüş seferi ile döndük, odaya gidip banyo yapıp çıktık. Tekrar havana Bus Tour ile, bu sefer iki katlı, üstü açık olanla(T1) Devrim Meydanına (Plaza de Revolucion) gittik. Maleconda daha önce hazırlıklarını dinlediğimiz konser o günmüş. Havanadaki bütün gençler akın akın her yönden oraya doğru gidiyordu. Devrim Meydanında Che ve Fidelin duvarındaki resimlerinin ve Jose Marti heykelinin fotolarını çektik, bir sonraki ile geri döndük. Aslında T2 ile birlikte alıp meydandan Miramara (Marina Hemingway) gidene binecektik ancak son seferi kaçırdığımız için gitsek bile dönemeyeceğimizden vazgeçtik. T1in turu Havana Viejaya doğru giderken bir tabelada Mustafa Kemal Atatürk yazdığını okudum. İlk durakta inip oraya doğru yürüdük ve varlığını kitaptan okuduğumuz Atatürk büstünü gördük, fotoğrafladık. Sonra Viejaya gidip El Bodeguita del Medioyu bulduk. Bu yazar Hemingwayin mojitomu burada içerim diyerek Kübada yaşarken meşhur ettiği yerlerden biri. Biz de hepi topu dörde dört metre alanda barı çıkardıktan sonra kalan ikiye ikilik alanı diğer müşteriler ve süper müzik yapan bir septet (yedili) grupla paylaşarak ikişer mojito içtik. Ben güzel müziğe dayanamadığım için ayakta durduğum yerde dans edebildim. Mezzo sesli solist hasta olmasına rağmen harika söylüyordu, ayrılırken cdlerini aldık. Bu sırada acıktık. Kitapta odun fırınında pişirdiği pizzaları övülen la Dominicaya pizza yemeye gittik. Masaları dışarı atmışlardı ve orada da canlı müzik vardı. Zaten bir önceki barda havaya girmiş olduğumuzdan yemeklerimiz gelene kadar restoranın önündeki eğri büğrü kaldırımların üzerinde dans ettik, bu en çok müzisyenlerin hoşuna gitti. Nasıl gitmesin? Gündüzden itibaren her restoran ve cafede en az 5 kişiden oluşan gruplar o sıcakta gayet yüksek performans göstererek uzun saatler boyunca canlı müzik yapıyorlar. İnsanı kıpır kıpır eden iyi müzik yazık ki turistlere işlemiyor, çoğunlukla çalınan banttan bir müzikmiş gibi dikkatlerini vermeden yemeklerini yiyorlar, en fazla el çırparak, müzik bittikten sonra grubun yanına gidip ellerinde marakaslarla fotoğraf çektirerek iştirak ediyorlar. Biz ise, daha çok benim zorumla da olsa, Küba stili dans bilmememize rağmen bildiğimiz dansı düzgün pist, uygun ayakkabı aramadan, nerede yer bulursak yapıyorduk. O akşam da öyle oldu, hızımızı alamadık, yemekten sonra bir de cha cha yaptık, o grubun da cdsini alıp hazırlanmak için erkence odaya gittik. Ev sahiplerimizle vedalaştık, paramızı ödedik, bavulları toplayıp yattık.
derki.com