Ben Mehmet EROL, 1931 yılında, Malatya ili Doğanşehir ilçesi Polat köyünde doğdum. Babamın adı Halil, annemin adı Meryemdir. Babamın sanatı demircilikti. Çevre köyler çift ve el aletlerini bizim köyden temin ederlerdi. Benden küçük olan kardeşlerim babamın sanatını öğrendiler. Kendim ise okumak istiyordum. O zamanlar köyümüze gelen öğretmenlere çok saygı gösterilirdi. Köyde bir anlaşmazlık meydana gelse her iki taraf da öğretmenlere müracaat ederek meselelerini çözüme kavuştururlardı. Bugünkü gibi iletişim ve yayın organları yaygın olmadığı için dünyadan pek haberimiz olmuyordu. Dünyayı içinde yaşadığımız köyden ibaret biliyorduk. Yeryüzünde öğretmenden daha bilgili ve değerli bir kişinin varlığı bize hayal geliyordu.
1943 yılında, ilkokulu bitirip diplomamı aldığım gün Allaha dua ederek beni öğretmen yapmasını istemiştim. Bu duamı yazılı yapmak için çocukluk ruhu içerisinde Alemlerin Rabbına dileğimdir diye, şu anlamda bir dilekçe yazdım. Rabbimiz! Şu öğretmenlerime öğretmen olmalarını nasip eylediğin gibi, bana da öğretmen olmamı nasip eyle. Senin kulların ancak okumak suretiyle cehaletten kurtulabilir. Öğretmen olarak başkalarını yetiştirmek mesleklerin en güzelidir. Hz. Muhammedi (s.a.v.) bütün insanlığa son olarak öğretmen seçip gönderen sensin.Yeryüzünde Allah Resulünü Başöğretmen kabuledip, onun izinden samimi olarak gidenlere rahmetini esirgeme. Yazdığım bu dilekçemi şiddetle esen bir rüzgarla göndermiş oldum.
Asırlardır sahipsiz kalmış köylüler Osmanlıdan kalmış Arap harfiyle yazılı kitapları kış ayları köy odalarında okumakla vakit geçirirlerdi. Bu kitaplar ki, içi hurafe, şirk dolu kitaplardı. Ahmediye, Muhammediye, Karadavut, Envarul-Aşıkin, Miftahul Kulub ve Hz Ali adına uydurulmuş cenk kitaplarıydı.
İlim ve bilimin düşmanı, hurafelerin tek kaynağı tasavvuf ve tarikatlar hakkında, o tarihlerde yasaklandığı halde, göstermelik birkaç karakol vakasından başka ciddi bir kovuşturma olmamıştır. Tekkeler yön değiştirerek her şeyhin evi bir tekke gibi çalışmıştır. Bilgisiz ve kültürsüz halk tabakaları şeyhlerin kölesi haline getirilmiştir.
Ayrıca iktisadi kriz, hiç bir asırda görülmemiş bir canavar haline bürünerek işsiz-güçsüz kalmış insanlara ölüm korkusu saçmıştır. Bu canavarı yok edecek bir çare de ortalarda görünmüyordu. Ogünün gençleri, günümüzün güngörmüş ihtiyarları bilirler ki, ergenlik çağına girmiş bir gencin ayağında ayakkabısı, sırtında donu yoktu. Üzerinde boydan boya uzanan Amerikan bezinden bir gömlekten başka giysisi bulunmuyordu. Çocuklar yırtık pırtık giysiler içerisinde idi. Para çok kıttı. Zorunlu ihtiyaç malzemeleri bulunamadığı için, parası olanlar için bile satın alma gücü yoktu. Vergiler çoğalmış, yol parası denilen yıllık bir vergi ödenemeyecek hale gelmişti. Vergilerini ödeyemeyenlerin evleri jandarmalar trafından basılarak en kıymetli eşyaları satılığa çıkarılırdı. Şeker, tuz, gaz, bez, sabun piyasada yoktu. Anadolu düşman istilasından kurtulmasına rağmen memleketin heryanını pire ve bitler istila etmişti. Çekirge afeti gibi yedi bölgeyi sarmıştı. Erkek ve kadınların saçları arasına, gömleklerinin koltuk altlarına yuva yapmışlardı.
Kadın ve genç kızların saçları kil denilen bir çamurla yıkanıp taranıyor, çamaşırlarımız odun külü ile yıkanıyordu. Çileli analarımız çamaşırlarımızı büyük bir su kazanında kaynatıp bitleri öldürüyorlardı. Fakat evler ve ahırlar zehirli haşarat ile dolu olduğu için ikinci gün tekrar vücudumuzdaki taze kanı emmek için çılgınca saldıran vampirler gibi hücum ediyorlardı. En büyük ihtiyaç malzemesi ekmek ele geçmez olmuş, buğday altın fiyatına yükselmişti. Evlerde soba yok. Dumanı geniş bacaladan çıkan ve ocaklarda yanan odun ışığında ders çalışıyorduk. Gündüzleri bile ışık almayan hayvan ahırlarına çam ağaçlarından yapılan çıralarla girebiliyorduk.
KÖY ENSTİTÜSÜNE GİRİŞİM
Malatya ili Akçadağ ilçesi Karapınar köyünde kurulmuş olan köy enstitüsünün idarecileri köylüleri dolaşarak, çocuklarını öğretmen yetiştiren bu okullara göndermeleri için telkinde bulunuyorlardı. Anne ve babama beni bu okula göndermeleri için ricada bulunuyordum. Babam pek ilgilenmiyordu. Kendi sanatını öğrenmemi istiyordu. Bu hususta annemi ikna ettim. Bir sabah babamdan habersiz olarak ilçeye giderek okulun istediği evrakları hazırladım. Ozamanlar köyümüz Akçadağ ilçesine bağlı olup, altı saat uzaklıkta idi. Annem beni yaşı benden büyük olan bir arkadaşa emanet ederek köyümüze döndü. Ben ise arkadaşımla beraber okul yolunu tuttuk.
Okul ile ilçeyi birbirinden ayıran Sultan Suyu çayı, mayıs ayı içerisinde bulunduğumuz için dağlardan eriyen kar sularıyla coşkun ve hızlı akıyordu. Köprü yok. Çaresiz olarak çaya gireceğiz. Gömleklerimizi boynumuza sararak suya girdik. Birbirimizin elini tutarak zor bela karşıya geçtik. Arkadaşım su içerisinde heyecanlandığı için diğer elindeki çarığını suya kaptırdı. O da benim gibi yalınayak kalmıştı. O vaziyette okula vardığımızda bütün öğrenciler bu halimize acımışlardı. Hemen okul başkanına haber verdiler. Okul başkanı bizi idareye götürerek giysi ve ayakkabımızı takdim eyledi. Böylece sırtımız bir elbise ve ayağımız bir ayakkabıya kavuşmuş oldu. Duam kabul olmuş, Allah istediğimizi vermişti. Gözlerim 1944 yılı okula girişimin göz yaşlarını akıtıyordu.
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞU
Köy enstitüleri, köy okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirmek, yöre kalkınmasına etkin bir görev yüklenmek üzere ilk olarak 1940 yılında açılmış olan eğitim kurumlarıdır.
İlköğretimin yaygınlaşması amacıyla harekete geçilmesi, 1931 ve 1935 CHP kurultaylarında alınan kararlara göre yetiştirilen eğitmen projesine değin uzanır. Askerliğini onbaşı ya da çavuş olarak yapan yetenekli gençler devlet üretme çiftliklerinde yetiştiriliyor ve atandığı okullarda genel öğrtimin yanı sıra tarımsal alanda da öncülük yapıyorlardı. 1936 yılında başlayan uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine, konuyu kapsamlı bir biçimde ele alan 3238 (1937) ve 3704 (1939) sayılı yasalar çıkarıldı. Saffet Arıkanın Milli Eğitim Bakanlığı döneminde atılan bu adımlar, İsmet İnönünün Cumhurbaşkanı ve Hasan Ali Yücelin Milli Eğitim Bakanı oluşu ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguçun mimarlığını yaptığı köy enstitüleri projesine dönüştü.
Köy enstitülerine 5 yıllık köy okulunu bitirenlerle 3 yıllık köy okullarından çıkıp 2 yıl hazırlık sınıfı okuyan çocuklar alınıyordı. Eğitim süresi 5 yıldı. 1946-1947 ders yılında köy enstitülerinden 5447 köy öğretmeni, 8756 eğitmen, 541 sağlık memuru yetişti. Sayıları önceleri 14 olarak düşünülen ve sonra 20 olarak gerçekleşen enstitülerde, genel bilgi ve kültür derslerinin yanısıra tarımsal ve teknik bilgiler-beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı derslere büyük ağırlık verilirdi.
Bu uygulama çalışmaları ile enstitülerin altyapı sorunları da büyük ölçüde çözümlenmiş oluyordu. Başlangıçta çeşitli yüksek ve orta düzey meslek okullarından karşılanan öğretmen gereksinimi yeni bir kuruluşu zorunlu kılıyordu. Köy enstitülerine öğretmen yetiştirmek ve projenin yürütülmesine ilişkin araştırmalar yapmak üzere, 1942-1943 öğretim yılında, Hasanoğlan Yüksek Köy Estitüsü açıldı.
Siyasal yaşamda çok partili döneme girildiği 1946 yılında, bu eğitim kuruluşlarına yöneltilen eleştiriler Kenan Ömer-Hasan Ali Yücel davası ile noktalandı. Yücelden sonra Milli Eğitim Bakanlığına getirilen Reşat Şemsettin Sirer zamanında, önce Hasanoğlandaki yüksek bölüm kapatıldı ve enstitülerin kuruluş amaçlrından önemli sapmalar oldu. Enstitüler, teker teker klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1950den sonra işlevlerini tümüle yitirdi[1].
Okulumuz Karapınar köyüne bitişik düz bir arazi üzerinde kurulmuştu. Okula ekseriyet Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Adıyaman.illerinden öğrenciler gelirdi. Öğrenci sayısı heryıl ikibinden aşağı düşmezdi. Öğrenciler giriş senesine göre devre ismini alırdı. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci devreler. Biz beşinci devre idik. Okul yatılı ve parasızdı. Kız erkek beraber okumakytaydık. Öğrenciler kendi aralarında gruplara bölünürdü ve her grup en az elli kişiden aşağı değildi. Her grubun bir öğretmeni vardı. Bütün ihtiyaçlarımız grup öğretmenleri tarafından giderilir, şikayetlerimiz önce grup öğretmenine yapılırdı. Okul öğrencileri her ay kendi aralarında bir okul başkanı seçerlerdi. Her hafta bir grup temizlik işlerine ayrılır ve okul başkanı da bunu denetlerdi. Yiyecek ambarının anahtarı başkanda bulunurdu. Onun gözetiminde mutfağa yiyecek gönderilirdi.
Sabah altıda kalkılarak halk oyunları ve spor yapıldıktan sonra kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıdan sonra toplantı zili çalardı. Öğrenciler iki gruba ayrılır, bir grup işe, diğeri derslerine girerdi. İş olarak , demircilik, marangozluk, inşaatçılık, tarımcılık ve çobancılık vardı. Branşlarına göre ayrılmış öğrenciler, öğretmenleri başlarında olmak şartıyla iş yerlerine giderlerdi. Öğleden sonra iştekiler derse, derstekiler işe giderlerdi. Ayrıca kız öğrenciler için dikiş-nakış kursları açılırdı.
Tarım olarak toprağı yarım metre yararak aktarma yapardık. Buna krizma derdik. Sonra buralara kayısı fidanı dikerdik. Buğday, arpa, mercimek, nohut ekip-biçerdik. Sebzemizi kendimiz yetiştirirdik. Okulun bir sürü koyunu vardı. Süt ve yoğurdumuzu bu koyunlardan sağlardık. Her öğrenci kendi branşında tam bir usta oarak yetişirdi. Öğretmenlikle ilgili meslek derslerinde ise, yılda bir kere imtihan olarak sınıf geçerdik. Sınıfta kalma vardı.
O tarihlerde yaşayan dünya insanlarının en büyük hastalığı ve zulmü inkarcılığı moda haline getirmesiydi. İnkarcılığı belli olan kişiler en yüksek makamlara getiriliyordu. Dininde ciddi ve samimi olanlara makam ve mevki verilmediği gibi daima göz altında tutuluyorlardı. Sosyalist olmak ilericiliğin simgesi haline gelmişti. Bunlarla yetinmeyerek alemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)e dil uzatılıyordu.
Hiç bir okulda din dersi verilmiyordu. Hiçbir müessesede namaz kılma yeri ayrılmamış, okullarda namaz kılmak ve oruç tutmak yasaklanmıştı. Anadolu halkı hurafelerin içine gömülmüş ve kurandaki islamı tamamiyle unutmuş, batıl inançları kendine din edinmişti. Babalar ve analar bu duruma getirilmişti. Artık onlardan korkulmazdı. Ya onlardan meydana gelen çocuklar uyanırsa felaketimiz nice olur diyerek, nüfusun yüzde seksenini teşkil eden köy çocuklarını vakit geçirmeden kendimiz gibi yetiştirmeliyiz dediler.
İşte köy enstitüleri bu zeminler üzerine oturtuldu. Çünkü halk fırkası sol görüşe yöneldi. Onun için köy enstitülerinin zihniyeti, sol fikirler üzerine inşa edilmiştir. Okullara sol görüşlü öğretmenler gönderildi. Okul müdürleri katıksız solcu idi. Okulda namaz kılmak ve oruç tutmak yasaklanmıştı. Öğretmenler sınıflarda yer yer Allahı inkar ederlerdi. Din, insanları ahiret korkusu ile uyuşturan bir afyondu. Kainat tesadüfi olarak oluşmuştu. Tabiat ananın eseriydi.
Namus diye bir mefhuma inanılmıyordu. Erkek kız ilişkilerine göz yumuluyordu. Birbirlerini sevenler okul idaresine başvurarak nişanlanabiliyordu. Şehveti kamçılayıcı yazılar okul dergisinde yayınlanıyordu. Bize yapılan telkinlere göre marksizm bir dünya cenneti idi. Oraklar elimizde, çekiçler belimizde rus şarkılarıyla işe gidip gelirdik. Okul kütüphaneleri rus klasikleri ile doldurulmuştu. İlkokulu bitirmiş bu masum köy çocukları, milli ve dini duygulardan böylelikle soyutlanarak anarşi bir ruha sürükleniyordu. Çünkü bize, köye gidersek muhtarı, nahiyede müdürü, ilçede kaymakamı, ilde valiyi dinlemememiz, köylüyü harekete geçirerek marksist halk ihtilali yapacağımız, bunun için önce gerici inançlarla mücadele edip onları baskı altına alacağımız ve her yerde haya ve namus duygusunu yok edeceğimiz üzerine telkinler yapılıyordu.
Başımızdaki müdür ve eşi tam bir solcu idi. Bu sosyalist hanım, grup öğretmeni olarak defalarca sınıfta Allahın varlığını inkar ederdi. Bu okullara girip de solcu olmayan bir tek kişiye rastlanamaz. Arasıra tesadüfen okulumuza milliyetçi öğretmenler gelirdi. Bunların durumu belli olunca derhal okuldan uzaklaştırılırdı. Bunu önlemek için Ankara Hasanoğlan köy enstitüsünü açarak burada solcu öğretmen yetiştirip , köy enstitülerini tam sosyalist kadroya kavuşturmak istediler. Buna da muvaffak oldular.
İşte bu çocuklar müslüman köylü ana-babaların çocukları idi. Maneviyatsız bir ortamda manevi duygulardan mahrum olarak ilkokulu bitirmişlerdi. Masum ve günahsız idiler. İnançtan yoksun kalmış beyinler, beyinsizlerin dinine teslim edilmişlerdi. Bu beyinsizler Allahın peygamberine ve kitabına cephe almışlardı. Haktan ayrılarak Leninin batıl inançlarına iman etmişler, ne yazık ki, bu okullarda bu çocuklara, beş sene, kominizm zehirini yudum yudum içirmişlerdi.
Ben ise, Rabbime beni öğretmen yapması için dua etmiştim. Allah duamı kabul etmişti. Taklidi olan imanım bunların telkinleri karşısında sarsılmıştı. Aklımı çalıştırmadığım için yıkılıp gitmişti. Bu telkinler altında korkunç bir materyalist olmuştum. Tatillere gidip geldikçe anne ve babamı gericilik ve yobazlıkla suçluyordum. İnkarcılık bizler için birdin, bir inanç halini almıştı. Ben okulu altı yılda bitirdim. Bir defaya mahsus olarak dört kişi müdürün dersine girmemiştik. O sene dördümüzü sınıfta bıraktı. Belki bu benim için bir ikazdı ama yine inkarcılığın tesirinden kurtulamadım.
ÖĞRETMENLİĞE ATANMAM
1949 haziran ayında okuldan mezun oldum. Eylül ayında tayin emrim gelmiş oldu. Kahramanmaraş iline bağlı Elbistan Orta Ören Köyüne tayin edilmiştim. Ekim ayı içerisinde köye giderek vazifeye başladım. Kerpiçten yapılmıştek sınıftan ibaret bir okulu vardı. Öğretmen evi yoktu. Köy altmış haneden ibaret olup, Hüseyin Ağa denilen bir kişiye aitti. Yirmiden fazla erkek çocukları vardı. Köy bunların evlenip çoğalmasıyla meydana gelmişti, o tarihlerde yaşı yetmiş-sekseni bulmuştu.
Evi misafirsiz kalmaz, yedirip içirmeyi çok severdi. İlme ve irfana çok açık olan bir ağaydı. O güne göre tam bir marifçi. Ayrıca müslümanlığı yaşayan muhterem bir kişiliği vardı. Okulun evi olmadığı için beni kendi evine aldı. Ben de onların ailesinden bir fert olmuştum. Beni evlatları gibi severdi. Böylelikle manevi bir anne ve babaya kavuşmuş oldum. Oğlu Mehmet Efendi muhtardı. Bir yılım böyle geçti. Birinci ve ikinci sınıfları tek sınıfta okutuyordum. İkinci sene muhtar beni misafir etti. Beni kardeşlerinden bir kardeş gibi kabul ediyordu. Muhtarın evine de gelen giden çok olduğu için okuma fırsatı bulamıyordum. Muhtara rica edip, okula bitişik bir oda yapmasını söyledim. Muhtar bu ricamı kabul ederek isteğimi yerine getirdi. Yıl ortasında, yapılan küçük tek odadan ibaret evime taşınmış oldum.
KÖYDE BAŞIMA GELEN BİR OLAY
Arasıra evlere davete gidiyordum. Bir gün Mustafa isminde bir öğrencinin ailesi beni davet etti. Anişe isminde bir kızları yemeklerimizi sofraya getirmişti. Çay sohbetinde köy ile ilgili sorunları görüştük. Köyün arazisi geniş olduğu halde tarıma pek elverişli değildi. Çünkü ovaya su getirilmemişti. Karşı tepelerde üzüm yetiştirildiği halde meyve bahçeleri çok azdı. Gelir düzeyi düşük olduğu için köyün gençleri evlenmek ve başlık parasını ödemek için nişanı iki üç sene uzatırlardı. Kızın annesi benim niçin evlenmediğimi sordu. Durumumun müsait olmadığını söyledim. Benim evlenme fikrim olmadığı için ergenlik çağına gelmiş köy kızlarıyla ilgilenmiyordum. Hanelerini bana açmış olan bir köyün genç kızlarına kötü gözle bakamazdım. Solcu olmama rağmen fıtratımı koruyabiliyordum.
Bize yemekte hizmet eden evin güzel ve terbiyeli kız iç aleminde bana aşık olmuş. Bu tutkusunu bir iki ay anne ve babasından gizli tutuyor. Neticede annesine derdini söylemek zorunda kalıyor. Annesi de sabır etmesini söyleyerek teselli ediyor. Aşk hiç sabır dinler mi? İkinci sınıfa devam eden kardeşi Mustafa ile bir mektup göndererek aşkını ilan ediyordu. Benim için tehlike çanlarının çalmaya başladığını anlamıştım. Mektuba cevap vermedim. Sabır göstermekten başka bir çarem de yoktu. Mektuplar üst üste gelmeye başladı. Cevap vermedikçe üzerime geliyordu.kendisini anne babasından istememi arzu ediyordu. Köyün en güzel kızlarından biriydi. Ne olursa olsun benim evlemek fikrim yoktu.
Birgün annesi ile beraber okula geldiler. Kızıyla evlenmemi teklif etti. Bunu yapmazsam kızının bu aşktan keder olup gideceğini söyledi. Ben ise, böyle bir işe teşebbüs imkanımın olmadığını söyledim. Bu tavrımdan dolayı kızcağız aşkını şiirle ilan etmeye başladı. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Durumu muhtara söyleyerek bir tedbir almasını söyledim. Muhtar, merak etmememi, böyle şeylerin olabileceğini, köyün bu konuda anlayışlı olduğunu söyledi. Ağanın sağ olduğu müddetçe bana kimsenin zarar veremeyeceğini, benim doğru ve namuslu bir insan olduğumu herkesin şahid olduğunu söyledi. Anişeyi anne ve babasından isteyip her ikimizi nişanlamakla bu olayı kapatırız diyerek söz verdi.
Birkaç gün sonra muhtar evlerine giderek kızcağızı istedi. Kızın babası kardeşinin bu işe razı olması şartıyla kabul edebileceğini söylerken, amca ise bu işi duyar duymaz değil razı olmak küplere binmişti. Kızın ailesini tehtid ediyor, siz benim gelinliğimi nasıl olur da yabancı bir kişiye verirsiniz diyordu. İki kardeşin oğlu ve kızı aynı sene dünyaya gelmişlerdi. Bu iki minik çocuk beşik geleneği olarak nişanlanmış, büyüdüklerinde evlenmeleri için heriki taraf söz vermişti.
Muhtarın isteğinden sonra kızın amcası harekete geçti. Birkaç gün içinde kız ile oğlanı nişanlanmış, kızcağız takıları kabul etmeyerek önlerine fırlatmıştı. O yörenin hiç bir yere uymayan bir geleneği vardı. Nişan merasimi yapıldıktan sonra herikisinin nikahı hoca tarafından kıyılarak oğlanın kız evine serbest olarak gidip gelmesi sağlanmış olurdu. Çok ailede kız gelin olmadan evlilik meydana geliyormuş. Anişenin de nikahı kıyıldığı için nişanlısı serbest olarak gidip gelebiliyordu. Yine şiirler ve mektuplar devam ediyordu. Bana güvenmemi söylüyordu. İkisini biraraya getirmeyi başaramadılar. Anişeyi birleştirmek için başka bir köyde akrabalarına götürdüler. Orada da bir bu işe bir çare bulamadılar. O köyden merak etmememi, kendisine elini vuracağı zaman bir yumruk vurarak köşeye sıkıştırdığını bildiren haberler gönderiyordu. Anişeyi tekrar köye getirmek mecburiyetinde kaldılar.
Okulun kapanmasına üç ay kalmıştı. Artık beni yer yer tehtid ediyorlardı. Babama bir telgraf çekerek bana bir kız bulup nişanlamasını yazdım. Hayatımın tehlikede olduğunu söyledim. Babam da isteğimi kabul ederek, yakın bir dostunun kızı ile beni sözledi. Evleneceğim kızın fotoğraflarını alarak beni ziyarete geldi.
Babamın beni nişanladığı bütün köye yayılıyordu. Köylüler Anişenin durumunu bildikleri için onun adına üzülüyorlardı. Artık emin olarak görevime devam edebilirdim. Kız evi babamı davet ettiği için husumetin kalktığına inanmış oldum.
Okulun kapanmasına bir ay kalmıştı. Bir Pazar günü köyün alt taraflarında kalan bahçelere inmiştim. Köyün içinden geçip okula giderken, evlerine yakın bir yerde önümü kesip kendini kaçırmamı söyledi. Sevginin gözü kördür diye bir atasözü meşhurdur. Bu sözü büyük kardeşinin yanında söylüyordu. Ben bir olayın çıkacağını anlayarak muhtarın evine yöneldim. Kızkardeşinden bu sözleri duyan abisi, arkamdan tabanca ile bana ulaşıp durmadan bana ateş ediyordu. Tabanca bir türlü ateş almıyor veya tutukluk yapıyordu. Böylelikle muhtarın evine ulaşmış oldum. Köy halkı bu olaya şahid olmuşlardı. muhtarla birlikte ilçeye giderek, İlköğretim Müdürüne durumu beraberce izah edip savcılığı haberdar ettik.
Durumu yerinde incelemek için müfettişler gönderildi. Haklı olduğum rapor edilerek ilgililere bildirildi. Okulun kapanmasına bir hafta kala, beni bir gün kız arkadaşının evine çağırdı. Ev halkının diğerleri arazilerine gitmişlerdi. Elinde bir mendil, yüzünden boncuk boncuk göz yaşları boşalıyordu. Titrek bir sesle nişanlımın fotoğrafını görmek istedi. Elbette diyerek gösterdim.
Sevginin ne demek olduğunu bilmeyen ve engel olanların hepsini suçlayarak artık bu sevginin ahirete kaldığını ifade etti ve beni son olarak uğurladı. Ben de helalleşerek o köyden ayrıldım. Üçüncü yıla girmeden bakanlık tarafından Malatya il emrine atanmıştım.
HAK İLE BATILI AYIRMAK İÇİN YİRMİ YIL GEÇTİ
1951-1952 öğretim yılı içerisinde Doğanşehir İlçesi, Sürgü Nahiyesi, Kurucaova Köyünde öğretmenim. Beş sınıfı birlikte okutuyorum. İslam ile hiçbir ilgim yoktur. Çünkü Malatya Akçadağ köy enstitüsünde sol fikirler ile yetiştirildim. O zamanlar bütün dünya materyalizme yönelmiş, her millet inkarcılığı kendisi için bir din, bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. Ben, bu maddeleşmiş cesetten biran evvel kurtulmak istiyordum. Ne çare ki, bir türlü kurtuluş yolu bulamıyordum.
Düşünmeye başladım. Bir yaz gecesi okul bahçesinde gökyüzünü seyre dalmıştım. Ay bütün haşmetiyle yüzünü dünyaya çevirmiş, öncelikle benim gibi insanlara te*bessüm ederek beni oku diyordu. Birdenbire, Allah! diye bağırmaya başladım. Hanım pencereye koşarak, ne oluyor? dedi. Müjde müjde! Ben Müslüman oldum dedim. Bak! Ay, boşlukta, kendi yörüngesinde, dünyamızın etrafında dolaşıp dururken, yolundan sap*mıyor ve Rabbine teslim olmuşken, benim gibi akıllı olduklarını sanan milyonlarca in*san Rabbinin yolundan saparak, maddeciliğin kölesi olmuştur. Sen şahit ol. Şu andan itibaren kula kulluk zincirini kırarak, Rabbime kul köle olarak gerçek hüviyetime ka*vuşmuş bulunuyorum.
Hemen namaz kılmak aklıma geldi. Abdest alarak Rabbimin huzuruna durdum. Bundan sonra Allah'tan başka hiçbir kimsenin huzurunda kıyama durmayacağıma and içtim. Kıyamdayım, hiçbir dua bilmiyorum. Babamdan Allahu Ekber kelimesini duy*muştum. Bu kelime ile namaz hareketlerini tamamladım. Ey Allah'ım! Beni affet diye ağlıyordum. O gün sevincimden uyuyamadım.
Sabahın erken saatlerinde Malatya il merkezine hareket ettim. İslâm ile ilgili bir kitap bulup, İslâm'ı öğrenecektim. Ne kadar kitapevi varsa, hepsini dolaştım. Ne yazık ki, İslâm'la ilgili bir kitap bulamadım. Elim boş olarak köye döndüm. İbadetime devam
ediyorum. Üç ay sonra tekrar gittim. Bir kitap evinde Yunus Emre'nin şiirler antolojisi elime geçti. Bütün şiirleri bir araya getirilmişti. Onu alarak sevinçle köye döndüm. İçe*risinde Allah, peygamber geçen şiirleri okuyarak teselli bulmaya çalışıyordum.
Her ay maaşımı almak için Doğanşehir ilçesine gidiyordum. İlçe ile köy arasında Sürgü nahiyesi var. Sürgüye kadar yaya iki saat yolum var. Yol dağların arasından geçerdi. Bu gördüğüm ve göremediğim varlıklar Rabbime işaret eden ayetlerdi. Yol boyunca her on adımda beni selamete hidayet eden Allah'ıma hamd ediyordum. İlçeye her gidiş ve gelişimde nahiyeye uğramak mecburiyeti vardı. Çünkü yolum içinden geçiyordu. Zamanla nahiyede bulunan müslümanlarla tanışmak nasip oldu.
Bir gece beni nahiyede misafir ettiler. Bir evde dini sohbet var, bu gece seni o eve götüreceğiz, dediler. Beni evinde misafir eden Bağdat Ahmet ile beraber sohbet yapılacak eve gittik. Evin salonunda tam kırk kişi vardı. Yatsı namazından sonra halka şeklini aldılar. Onbaşıları ortada komut vererek zikre başladılar. Allah! diyerek bir öne bir arkaya sallanıyor, başları hızla inip kalkıyordu. Bir müridin elinde zilli bir def vardı. Devamlı ilahi söyleyerek müridleri coşturuyordu. Hep birden kol kola ayakta bir öne bir arkaya gidip geliyorlardı. Bazıları halkadan ayrılarak gözleri kapalı hızla dönüyor, Yetiş Ya Şeyh kurban! diyerek şeyhinden yardım istiyordu. Ben divanda oturmuş bun*ları seyrediyordum. Bir mürid kolumdan hızla tutarak, beni halkanın içine çekti. Ben de Allah diyerek hızla dönmeye başladım.
Zikirden sonra çay sohbeti başladı. Şeyhlerinden gördüklerini anlatmaya başladılar. Şeyh Ali Efendi her gün, Kore'de savaşan Türk askerlerine yardım için Kore'ye gidip geliyormuş. Defalarca kanlı elbiseleriyle gördüklerini söylediler. Şeyhe gittikle*rinde kapı anahtarının «la ilahe illallah» zikrini yaptığını işitmişler. Tarikat çok ince bir yoldur. Bu yola girmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikate ulaşmak mümkün değildir. O gün onbaşımız Şeyh adına bizi tarikata kabul etti. Yapacağım tesbihleri yazarak bana verdiler. Her hafta Pazar günleri Sürgü nahiyesine gelerek zikir meclisine katılı*yordum.
Üç ay sonra beni Akçadağ ilçesine bağlı Örüşkü köyünde oturmakta olan Şeyh Ali Efendiye götürdüler. Şeyhimizin iki katlı evi ve üç karısı vardı. Büyük araziye sahip evi, jeneratörle aydınlatılıyordu. Malatya çevresinde çok müridi vardı. Adıyaman, Gaziantep, Adana, Mersin, Antalya, Konya, Kayseri taraflarından mürid akını vardı. Her mürid elindekini ve avucundakini Şeyhine getirirdi.
Benim Şeyhimin Şeyhi Şeyh Osman, emekli olduktan sonra Malatya il merkezi*ne yerleşiyor. Arap asıllı olduğu için güzel Kur'an okuyormuş. Kendisini Kadiri Tarikatı Şeyhi olarak tanıtıyor. Kısa bir zamanda ünü her tarafta duyuluyor. Çünkü yapılan propagandalara göre, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar ona selam veriyor ve O da, onlarla konuşabiliyormuş. Doğudaki ve batıdaki bir müridin çağrısı üzerine yetişip, o müridini teh*likelerden koruyabiliyormuş. Yer küre avucunun içinde bir ceviz misali her şeyi gördüğü gibi, bir anda istediği yerde görülebiliyormuş. Cuma namazlarını Mekke-i Mükerreme'de kılar, her çeşit hasta, evinde bir gece kalsa bile şifaya kavuşurmuş. Okuduğu her şeker derde derman olur, Levh-i mahfuzu okuyarak müridlerinin kaderine hükmedebiliyormuş. Kalplerden geçenleri sen söylemeden okuyabiliyormuş.
Üç sene sonra, yani 1954-1955 öğrenim yılında kendi köyüm olan Doğanşehir Polat köyüne tayin edildim. Kendi evimi tekke yaptım. Bizim köyümüz bin haneye yakındı. Şirin bir kasaba, belediye başkanı ve karakolu mevcut. İki ilkokulu, iki camisi, orta okul ve lisesi var. Her hafta bizim evde toplanarak zikre devam ediyoruz. Erkek*ler ön safta, kadınlar arkada halka şeklinde oturuyoruz. Şeyh Ali Efendi, beni Doğanşe*hir çevresine Çavuş olarak tayin etti. Artık zikirleri ben yaptırıyorum. Şeyh n***** her*kese tesbih verebiliyorum. Gerçek İslâm'ı bulmuş gibi inanıyorum. Sözde değil, hareketlerimle yaşamaya çalışıyorum. Onun için müridler beni çok seviyorlar.
Bütün öğretmenler aleyhimde çalışıyorlar. Çünkü hepsi sol fikirli, kendilerinden ayrıldığım için, hazmedemiyorlar. Durmadan ilgili makamlara şikayet ediyorlar. İlçe kaymakamı çağırarak nasihat ediyor. Ara sıra savcılığa ve karakola ifade veriyorum. İlden müfettişler gönderilerek ifadelerim alınıyor. Beni bu işten vazgeçirmeye çalışı*yorlar. Bir taraftan kayınpeder, annem ve babam, beni görevden alırlar diye korku içeri*sinde, durmadan bana baskı uyguluyorlar. Onlara diyorum ki, "Benimle boşuna uğraşı*yorsunuz. Ben Rabbime teslim olmuş bir askerim. O'nun emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak gerekir. Bir müslüman inandıktan sonra tekrar küfre döner mi? Atıl*malar, işkenceler, hapisler onun için bir mükafattır. Okumadınız mı Peygamberler bu yolda ne çileler çekti? Şahsım için ne olursa olsun bu davadan vazgeçemem. Bu çilelere sabredebilirsen, sonunda rıza-i ilâhi ve cennet var." Ben, inkarcılığın dünyada dahi bir cehennem azabı verdiğini ruhumda yaşamıştım. İlgili makamlara defalarca söyledim. Beni her an bu görevden alabilirsiniz. Ümitleri kesilmişti. Ne yapsalar dönmeyeceğimi anlamışlardı.
Belediye Başkanı Mehmet Efendi ateist bir kişiydi. Benimle tartışmayı çok severdi. Bir gün makamında kendisini ziyaret ettim. Ayağa kalkarak yer gösterdi. Geldiğine sevindim, dedi. Kahvemizi içtikten sonra bugün sana son sözümü söyleyeceğim. Senin dediğin gibi bu dünya hayatından başka bir ahiret hayatı olsaydı Lenin, Mao, İnönü, Nasır gibi, toplumlarında devrimler yapmış ve halkları tarafından sevilen akıllı insanla*rın inandıklarını ilan etmeleri gerekirdi. Sen, bunlardan daha mı akıllısın, dedi. Bu sö*zünden dolayı çok üzüldüm. Bak arkadaş, ben de sana karşı son sözlerimi söyleyerek münazara kapısını kapatalım. Sen de biliyorsun ki, insan ömrü çok kısa. Ölümün hangi gün, hangi saat kapıyı çalacağı belli değil, dedim.
Sabahleyin acı bir haber kasabayı sardı. Başkan sabahleyin evinden dairesine giderken, köy meydanında bayılıp yere yığılıyor. Meydanda toplananlar, Başkanın etrafında toplanıyorlar. Dili tutulmuş, cevap alamıyorlar. Bir taksi ile acele ilçeye ulaştırı*yorlar. Doktor Malatya Devlet Hastanesine ulaştırmalarını söylüyor. Kavuşmadan yarı yolda ruhunu teslim ediyor. Bakalım bu dünyada aklını çalıştırıp, iman etmeyenlerin tartışmalarını gözleriyle gördükten sonra, aklın insanoğluna Allah tarafından verilen büyük bir nimet olduğunun farkına varmış olacaklardır.
Okulumda Hasan Mumcu diye bir öğretmen var. Biraz felsefe okumuş, ara sıra münazara ederdik. Ben, onu Allah'a inandırmaya çalışırken, o gün inanır, ertesi gün inkar ederdi. Bu durum altı ay devam etti. Hasan Öğretmeni Şeyhe götürmeye karar verdik. Hasan Bey teklifimizi kabul etti. Yanımıza Şeyh Osman'ın müridlerinden bir kişi daha alarak yaya olarak Şeyhe gittik. Şeyhin köyü, bizim köye yedi saat uzaklıkta idi. Hasan Beyin durumunu Şeyhime izah ettim. Bütün köydeki müritlerini toplayarak evinin büyük bir salonunda zikir yaptırdı. Ya Allah, Ya Şeyh diye bağıran biri vardı. Zikirden sonra Şeyh Ali sohbete başladı. Şeyhi Osmandan duyduklarını ve gördüklerini anlatıyordu:
(Ben şahsen Şeyh Osman'ın sağlığına kavuşamadım. Tarikata girmeden çok önce ölmüştü. Şeyhim Ali Efendinin otomobili ve özel şoförü vardı. Hanımlarına emir verir: Taksinin bagajına peynir, çökelek, tereyağı, bulgur doldurun. Şeyhim Osman'ı ziyarete gideceğim, der giderdi.)
Malatya İl merlezinde oturan Şeyhim Osmana giderek kapısının zilini çaldım. Kapısı açılınca Şeyh bahçesinde beni gördü. Oğlum Ali, hediyeleri üst katta anana ver, bir sandalye alarak yanıma gel, dedi. Ben de şoföre Yeni Caminin arka tarafına taksiyi park eyle ve çarşı*da gez dolaş, ikindi ezanı okunduğu zaman gel, dedim. Ben bir sandalye alarak havuzun başına geldim. Şeyhim oyuncak bir kayığı su üzerinde uzun bir çubukla yüzdürüyor, ben de seyrediyorum. Bir den bire kayık yan yattı. Kayığı çubukla kaldırdıktan sonra, bana dönerek şöyle dedi: Oğlum Ali şu anda bir olay oldu. Sen bilir misin?, dedi. Şeyhim bilir dedim. Oğlum, Basra Körfezi'nde içinde müritlerim bulunan bir vapur alabora oldu. Tam batmak üzere iken, bir müridim Yetiş ya Şeyh Osman! diye bağırdı. Buradaki bu oyuncak kayığı doğrultmakla oradaki vapuru doğrulttum. İşte oğlum Ali, bir şeyhin müridi, doğuda ve batıda bir tehlikeye maruz kalsa ona ulaşamayan şeyh, köpeklerin şeyhi olsun. Kim ki, müridine ulaşamıyorsa, o kişi köpeklerin şeyhidir dedi. Yü*zünü Hasan'a dönerek, İşte ben böyle cihan kutbunun müridiyim, dedi. O gün havuz başında şeyhimden aldığım feyzi tarif edemem. İkindi vakti yaklaşmıştı. Şoför beni bekliyor. Müsaade ederseniz döneyim, dedim. Gidebilirsiniz, dedi. Yeni caminin yanına geldi*ğimde ikindi ezanı okundu. Cemaatle beraber namaza durdum. Şeyhime uyarak namazı bitirdim. Namaz içerisinde şeyhimi gözümün önüne getirerek rabıta yapıyordum. So*nunda ellerimi açarak cemaatle birlikte dua ediyorum. Dua içerisinde kendi kendime dedim ki, senin bu şeyhin, Şeyh Osman var ya, Allah'tan daha büyüktür dedim. Hasan'a dönerek, şeyhine böyle inanmayan mürit tarikatta yol alamaz, dedi.
Harem tarafından büyük tepsi içerisinde etli pilav geldi. Hepimiz davet edildik. Müritler tepsinin etrafını sardılar. Hasan yerinden kalkmadan; şeyhim kusura bakma ben senin yemeğini yemeyeceğim, dedi. Niçin oğlum, dedi. Çünkü ben Allah'ın var ol*duğuna inanmıyorum. Ama sen, kendi şeyhini Allah'tan büyük yaptın. Senin yemeğin yenmez, dedi. Ben de, Ulan Hasan, ben seni irşad olman için getirdim. Şimdi ise, sen beni yeniden irşad ettin. Evet, bu putperest adamın yemeği yenmez, dedim. Beş sene batıl bir yola hizmet ettiğimin farkına vararak bu batıl inançtan tövbe ettim. Böylelikle şeyhten ayrılmış oldum. Hasan bu cehaleti gördükten sonra Allah'a inanmış oldu.
Doğanşehir ilçesinde teşbih verdiğim bütün müritleri gezerek tevbe etmelerini bildirdim, uyanan uyandı, uyanmayan bu batıl yolda devam etti. Ben yine çölde kervanı kaybetmiş bir yolcu gibi yalnız kalmıştım. 1956'ya gireceğimiz sene bizim köye Süleymancı olduklarını söyleyen bir takım kimseler geldiler. Camide halka vaiz vererek, ilkokulu bitirmiş çocuklara Kur'an öğreteceklerini uzun uzadıya anlattılar. Köylünün ver*dikleri boş bir evde hizmete başladılar. Diğerleri çevre köylere dağılarak Kur'an Kursu adı altında çalışmaya başladılar. Süleymancı grup, Nakşi tarikatına mensuptu. Yine eli*me İslâm'la ilgili bir kitap geçmediği için bunlarla ilgi kurmaya başladım. Benim Kadiri tarikatından ayrıldığımı öğrenmişlerdi. Beni kendi tarikatlarına teşvik ettiler. Neticede onlara dahil oldum. Burada zikirler sessiz ve kalpten yapılıyordu. Bizim tarikat ile pek farkı yoktu. Bunlar da aynı şeylere inanıyorlardı. Her toplantıda Hatmi Hace yapılırdı.
Küçük Hatme
Değirmi bir halka teşkil edilecek şekilde oturulur. 100 adet taş hatmeye iştirak edecek şahıs adedine taksim edilir. Hatmeyi idare edenin işareti üzere gözler yumulur ve 25'er defa estağfurullah denir. Rabıta-ı şerif nidası üzere beş dakika rabıta yapılır. Fatiha-ı şerif nidası üzerine nidayı yapan şahıs dahil sağ taraftaki yedi kişi euzü besmele ile birer fatiha-ı şerif okur. Ya baki entel baki üzerine herkes şahsına düşen taş adedince Ya baki entel baki der ve beş defa tekrar edilir. Fatiha-ı şerife salavatı şerife, hatmeyi idare eden silsile-i şerife okur. Bu bitince asrı şerif okunur. Gözler açılır.
Büyük Hatme
Hatmeye iştirak edenler 15 defadan fazla, İnşirah suresini okur. Nida üzerine gö*zünü kapayıp, 25 defa estağfurullah der. Elem neşrahleke duasını bilen sağ avucu sol göğsü üzerinde açık tutularak taş verilmesini bekleyenlere 79 taş dağıtılır. Rabıta-ı şeri*fi salavatı şerife, sonra taşlar adetince İnşirah suresi okunur. Daha önce taş almamış olanlara 21 taş daha dağıtılır. Böylece dağıtılan taş adedi 100 adete tamamlamış olur. İhlas-ı şerif nidası üzerine İhlas-ı şerif 10 defa okunur. Böylece 100 İhlas-ı şerif okun*muş olur. İdare eden bir fazla okuyarak 101'e tamamlanır. Fatihayı şerif, salavatı şerifle hatme tamamlanır.
SÜLEYMANCILARIN NAKŞİ İTİKATLARI
Seyr-i sülük[2]
Rabıta ve Silsile-i Saadet
S.125. Vaktaki Tarikat ehli kendi tertiplerine dair okunuşu basit ifadesi düzgün, rabıta ehlinin[3] bütün hallerini içinde toplamış, bir risaleye muhtaç olduklarından, bu fakir ve acizi rabıta ehli olduğuna inanarak, hertürlü hüsnü zanda bulunup Rabbimiz Tealanın feyiz ve ihsanına muhtaç olduğum halde acizlerden hallerine uygun bir risale istediler. Ben de hallerine muavafık risaleler içinde bir risale arayıp, mizanüssülük[4] isimli risaleyi azıcık açıklayarak rabıta ehlinin hal ve arzularına uygun kılıp ve her tarikatın özünü şamil[5] ve ehl-i tarikat ile ehl-i iman aralarını bulup tarikatın, şeriatın bir hülasası olduğunu ve şeriatın da tarikatın temeli bulunduğunu açıkladım ki mağfiretime ve cennete girmeme sebep olsun.
Mehmet Arif
S.134. İkinci Edep Rabıta Edebidir
Rabıta Edebi (Rabıtanın tam şekli): iki gözün arasında bulunan bütün düşünce ve hayallerin hazinesi ve toplandığı yer ile mürşidin ruhani yüzlerine bakılacaktır. Çünkü mürşidin manevi yüzü ruhani feyiz kaynağıdır. Sonra mürşid vesilesiyle mürşidin ruhaniyeti, hayal ve düşünce hazinesine sokulacak, o anda kalb derinliğine devamlı birşey iniyor diye düşünülecek, ötesinden yavaş yavaş inilip o kalbde kaybedilmeyecektir. Hatta nefsten gaib (bile) olunacaktır. Çünkü kalb derinliğine nihayet yoktur. Ve Allaha seyr kalbden hasıl olur.
Rabıta heran ve heryerde yapılması mümkün bir ibadettir. Zikri kalbiyle beraber yirmidört saatte bir defa yapılmasına vazife denir. Ve şöyle yapılır: Abdestli ve temiz olarak tenha bir yere kıbleye dönük eller diz üstünde oturulur. Euzu besmele ile bir fatiha, üç ihlas-ı şerif okunup silsele-i saadet efendilerimizin (k.s.) ve yaşadığımız asırdaki mürşid-i kamilin ruhlarının makamlarına hediye edilir. Usulu ile yedi istiğfar ve yedi salavat okunur. Gözler kapalı, baş öne ve kalb üzerine eğik olarak durulur. İki kaşımızın arasındaki bütün vesvese ve düşüncelerin çıkış noktası olan nefis, kalbe, kalb de mürşid-i kamilin kalbine bağlanır. Dil damağa yapışık olarak ve kalbine cenab-ı hakkın ihsan-ı olan feyzin mürşidinin manevi kalblerinden kendi kalbine aktığı tahayyül edilerek[6] en az çeyrek saat durulur. Bu hallerde mürşidle diz dize durma en iyi şeklidir.
Sonra dil damağa tam yapışık olarak yalnız kalb ile (verilen miktar ne ise) tesbihle lafza-i celal[7] kalbde zikredilir. Zikir anında masivadan hiçbirşey düşünülmemelidir. Eğer herhangi bir düçünce gelecek olursa zikri bırakıp 3-4 dakika daha rabıta yapıp sonra zikre devam edilir. Zikir bitince en az elli en çok beşyüz ihlas-ı şerif okunup dua yapılır. (A.D.)
S.147. Mürşid-i kamilde bir ruhaniyyet vardır ki, bütün hallerde müridden ayrılmaz. Hatta ihvanımızdan bazıları ruhaniyyeti mürşid üzerlerinde hazır ve kendilerine nazır olduğunu bildikleri için uykuda bile ayak uzatmazlar. Eğer mürid bu haleti görmezse görür gibi inansın. Çünkü bu inanç sebebiyle edeplendiği için görmüş olan mürid ile feyzde müsavi olur. Ruhaniyyeti mürşid, müridin ruhu çıkacağı ve şeytanın tasallutu[8] hazır olup şeytanı defeder. Ruhaniyyet-i mürşid kabir suali zamanında da müridin yanında hazır olarak münkürlerin[9] suali anında imdat ve tesliyet[10] edip, şeytan ondan kaçar. Çünkü zikolunduğu gibi ruhaniyyette perde, madde ve zaman yoktur.
Sonunda Nakşiliğin ruhban sınıfı meziyetleriyle sayılır.
Nakşibendilerin "Silsile-i Sâdatı"
1. Ebu Yezid-i (Bayezıd) Bestami
2. Eb'ul-Hasan el-kharagâni
3. Ebu Ali Fermadi
4. Yusuf Hemedani
5. Abdulhalıg-ı Gonjduwâni
6. Arifi R'wegeri
7. Mahmud-i İnjir fagnavi
8. Aliyyi Ramiteni
9. Muhammed Baba Semmasi
10. Emir Kulâl
11. Muhammed Bahâuddîn Buhâri
12. Akruddin Attar
13. Ya'gûb-i Çarkhi
14. Nasuriddin Ubeydullah-ı Ahyar
15. Gâdıy Muhammed Zahid Bedakhşi
16. Derviş Muhammed Semerkandi
17. Muhammed Khuwajegi-yi Emkeneği
18. Muhammed Bağıy-Billah
19. Ahmed Farugıy-i Serhindi
20. Muhammed Ma'sum Farugıy
21. Seyfeddin Farugıy
22. Nur Muhammed Bedevvani
23. Şemsuddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan
24. Gulam Ali Abdullah-ı Dehlevi
25. Halid Bağdadî
26. Taha-yi Hakkari (Nehrili Seyyid Tâhâ)
27. Sibgatullah Arvasi (Kuşağı ve halifeleri)
28. Süleyman Hilmi Tunahan
İşte ben bir sene boyunca bu ruhban sınıfını kutsadım. Süleyman Hilmi Tunahan'ı hatırlayarak onun kalbinden bizim kalbe nur aktanyorduk. Neticede resme taptığımı anlayarak bu tarikattan da tövbe eyledim.
1943 yılında, ilkokulu bitirip diplomamı aldığım gün Allaha dua ederek beni öğretmen yapmasını istemiştim. Bu duamı yazılı yapmak için çocukluk ruhu içerisinde Alemlerin Rabbına dileğimdir diye, şu anlamda bir dilekçe yazdım. Rabbimiz! Şu öğretmenlerime öğretmen olmalarını nasip eylediğin gibi, bana da öğretmen olmamı nasip eyle. Senin kulların ancak okumak suretiyle cehaletten kurtulabilir. Öğretmen olarak başkalarını yetiştirmek mesleklerin en güzelidir. Hz. Muhammedi (s.a.v.) bütün insanlığa son olarak öğretmen seçip gönderen sensin.Yeryüzünde Allah Resulünü Başöğretmen kabuledip, onun izinden samimi olarak gidenlere rahmetini esirgeme. Yazdığım bu dilekçemi şiddetle esen bir rüzgarla göndermiş oldum.
Asırlardır sahipsiz kalmış köylüler Osmanlıdan kalmış Arap harfiyle yazılı kitapları kış ayları köy odalarında okumakla vakit geçirirlerdi. Bu kitaplar ki, içi hurafe, şirk dolu kitaplardı. Ahmediye, Muhammediye, Karadavut, Envarul-Aşıkin, Miftahul Kulub ve Hz Ali adına uydurulmuş cenk kitaplarıydı.
İlim ve bilimin düşmanı, hurafelerin tek kaynağı tasavvuf ve tarikatlar hakkında, o tarihlerde yasaklandığı halde, göstermelik birkaç karakol vakasından başka ciddi bir kovuşturma olmamıştır. Tekkeler yön değiştirerek her şeyhin evi bir tekke gibi çalışmıştır. Bilgisiz ve kültürsüz halk tabakaları şeyhlerin kölesi haline getirilmiştir.
Ayrıca iktisadi kriz, hiç bir asırda görülmemiş bir canavar haline bürünerek işsiz-güçsüz kalmış insanlara ölüm korkusu saçmıştır. Bu canavarı yok edecek bir çare de ortalarda görünmüyordu. Ogünün gençleri, günümüzün güngörmüş ihtiyarları bilirler ki, ergenlik çağına girmiş bir gencin ayağında ayakkabısı, sırtında donu yoktu. Üzerinde boydan boya uzanan Amerikan bezinden bir gömlekten başka giysisi bulunmuyordu. Çocuklar yırtık pırtık giysiler içerisinde idi. Para çok kıttı. Zorunlu ihtiyaç malzemeleri bulunamadığı için, parası olanlar için bile satın alma gücü yoktu. Vergiler çoğalmış, yol parası denilen yıllık bir vergi ödenemeyecek hale gelmişti. Vergilerini ödeyemeyenlerin evleri jandarmalar trafından basılarak en kıymetli eşyaları satılığa çıkarılırdı. Şeker, tuz, gaz, bez, sabun piyasada yoktu. Anadolu düşman istilasından kurtulmasına rağmen memleketin heryanını pire ve bitler istila etmişti. Çekirge afeti gibi yedi bölgeyi sarmıştı. Erkek ve kadınların saçları arasına, gömleklerinin koltuk altlarına yuva yapmışlardı.
Kadın ve genç kızların saçları kil denilen bir çamurla yıkanıp taranıyor, çamaşırlarımız odun külü ile yıkanıyordu. Çileli analarımız çamaşırlarımızı büyük bir su kazanında kaynatıp bitleri öldürüyorlardı. Fakat evler ve ahırlar zehirli haşarat ile dolu olduğu için ikinci gün tekrar vücudumuzdaki taze kanı emmek için çılgınca saldıran vampirler gibi hücum ediyorlardı. En büyük ihtiyaç malzemesi ekmek ele geçmez olmuş, buğday altın fiyatına yükselmişti. Evlerde soba yok. Dumanı geniş bacaladan çıkan ve ocaklarda yanan odun ışığında ders çalışıyorduk. Gündüzleri bile ışık almayan hayvan ahırlarına çam ağaçlarından yapılan çıralarla girebiliyorduk.
KÖY ENSTİTÜSÜNE GİRİŞİM
Malatya ili Akçadağ ilçesi Karapınar köyünde kurulmuş olan köy enstitüsünün idarecileri köylüleri dolaşarak, çocuklarını öğretmen yetiştiren bu okullara göndermeleri için telkinde bulunuyorlardı. Anne ve babama beni bu okula göndermeleri için ricada bulunuyordum. Babam pek ilgilenmiyordu. Kendi sanatını öğrenmemi istiyordu. Bu hususta annemi ikna ettim. Bir sabah babamdan habersiz olarak ilçeye giderek okulun istediği evrakları hazırladım. Ozamanlar köyümüz Akçadağ ilçesine bağlı olup, altı saat uzaklıkta idi. Annem beni yaşı benden büyük olan bir arkadaşa emanet ederek köyümüze döndü. Ben ise arkadaşımla beraber okul yolunu tuttuk.
Okul ile ilçeyi birbirinden ayıran Sultan Suyu çayı, mayıs ayı içerisinde bulunduğumuz için dağlardan eriyen kar sularıyla coşkun ve hızlı akıyordu. Köprü yok. Çaresiz olarak çaya gireceğiz. Gömleklerimizi boynumuza sararak suya girdik. Birbirimizin elini tutarak zor bela karşıya geçtik. Arkadaşım su içerisinde heyecanlandığı için diğer elindeki çarığını suya kaptırdı. O da benim gibi yalınayak kalmıştı. O vaziyette okula vardığımızda bütün öğrenciler bu halimize acımışlardı. Hemen okul başkanına haber verdiler. Okul başkanı bizi idareye götürerek giysi ve ayakkabımızı takdim eyledi. Böylece sırtımız bir elbise ve ayağımız bir ayakkabıya kavuşmuş oldu. Duam kabul olmuş, Allah istediğimizi vermişti. Gözlerim 1944 yılı okula girişimin göz yaşlarını akıtıyordu.
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞU
Köy enstitüleri, köy okullarına öğretmen ve eğitmen yetiştirmek, yöre kalkınmasına etkin bir görev yüklenmek üzere ilk olarak 1940 yılında açılmış olan eğitim kurumlarıdır.
İlköğretimin yaygınlaşması amacıyla harekete geçilmesi, 1931 ve 1935 CHP kurultaylarında alınan kararlara göre yetiştirilen eğitmen projesine değin uzanır. Askerliğini onbaşı ya da çavuş olarak yapan yetenekli gençler devlet üretme çiftliklerinde yetiştiriliyor ve atandığı okullarda genel öğrtimin yanı sıra tarımsal alanda da öncülük yapıyorlardı. 1936 yılında başlayan uygulamaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine, konuyu kapsamlı bir biçimde ele alan 3238 (1937) ve 3704 (1939) sayılı yasalar çıkarıldı. Saffet Arıkanın Milli Eğitim Bakanlığı döneminde atılan bu adımlar, İsmet İnönünün Cumhurbaşkanı ve Hasan Ali Yücelin Milli Eğitim Bakanı oluşu ile İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguçun mimarlığını yaptığı köy enstitüleri projesine dönüştü.
Köy enstitülerine 5 yıllık köy okulunu bitirenlerle 3 yıllık köy okullarından çıkıp 2 yıl hazırlık sınıfı okuyan çocuklar alınıyordı. Eğitim süresi 5 yıldı. 1946-1947 ders yılında köy enstitülerinden 5447 köy öğretmeni, 8756 eğitmen, 541 sağlık memuru yetişti. Sayıları önceleri 14 olarak düşünülen ve sonra 20 olarak gerçekleşen enstitülerde, genel bilgi ve kültür derslerinin yanısıra tarımsal ve teknik bilgiler-beceriler kazandırmaya yönelik uygulamalı derslere büyük ağırlık verilirdi.
Bu uygulama çalışmaları ile enstitülerin altyapı sorunları da büyük ölçüde çözümlenmiş oluyordu. Başlangıçta çeşitli yüksek ve orta düzey meslek okullarından karşılanan öğretmen gereksinimi yeni bir kuruluşu zorunlu kılıyordu. Köy enstitülerine öğretmen yetiştirmek ve projenin yürütülmesine ilişkin araştırmalar yapmak üzere, 1942-1943 öğretim yılında, Hasanoğlan Yüksek Köy Estitüsü açıldı.
Siyasal yaşamda çok partili döneme girildiği 1946 yılında, bu eğitim kuruluşlarına yöneltilen eleştiriler Kenan Ömer-Hasan Ali Yücel davası ile noktalandı. Yücelden sonra Milli Eğitim Bakanlığına getirilen Reşat Şemsettin Sirer zamanında, önce Hasanoğlandaki yüksek bölüm kapatıldı ve enstitülerin kuruluş amaçlrından önemli sapmalar oldu. Enstitüler, teker teker klasik öğretmen okullarına dönüştürüldü. 1950den sonra işlevlerini tümüle yitirdi[1].
Okulumuz Karapınar köyüne bitişik düz bir arazi üzerinde kurulmuştu. Okula ekseriyet Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Mardin, Urfa, Adıyaman.illerinden öğrenciler gelirdi. Öğrenci sayısı heryıl ikibinden aşağı düşmezdi. Öğrenciler giriş senesine göre devre ismini alırdı. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci devreler. Biz beşinci devre idik. Okul yatılı ve parasızdı. Kız erkek beraber okumakytaydık. Öğrenciler kendi aralarında gruplara bölünürdü ve her grup en az elli kişiden aşağı değildi. Her grubun bir öğretmeni vardı. Bütün ihtiyaçlarımız grup öğretmenleri tarafından giderilir, şikayetlerimiz önce grup öğretmenine yapılırdı. Okul öğrencileri her ay kendi aralarında bir okul başkanı seçerlerdi. Her hafta bir grup temizlik işlerine ayrılır ve okul başkanı da bunu denetlerdi. Yiyecek ambarının anahtarı başkanda bulunurdu. Onun gözetiminde mutfağa yiyecek gönderilirdi.
Sabah altıda kalkılarak halk oyunları ve spor yapıldıktan sonra kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıdan sonra toplantı zili çalardı. Öğrenciler iki gruba ayrılır, bir grup işe, diğeri derslerine girerdi. İş olarak , demircilik, marangozluk, inşaatçılık, tarımcılık ve çobancılık vardı. Branşlarına göre ayrılmış öğrenciler, öğretmenleri başlarında olmak şartıyla iş yerlerine giderlerdi. Öğleden sonra iştekiler derse, derstekiler işe giderlerdi. Ayrıca kız öğrenciler için dikiş-nakış kursları açılırdı.
Tarım olarak toprağı yarım metre yararak aktarma yapardık. Buna krizma derdik. Sonra buralara kayısı fidanı dikerdik. Buğday, arpa, mercimek, nohut ekip-biçerdik. Sebzemizi kendimiz yetiştirirdik. Okulun bir sürü koyunu vardı. Süt ve yoğurdumuzu bu koyunlardan sağlardık. Her öğrenci kendi branşında tam bir usta oarak yetişirdi. Öğretmenlikle ilgili meslek derslerinde ise, yılda bir kere imtihan olarak sınıf geçerdik. Sınıfta kalma vardı.
O tarihlerde yaşayan dünya insanlarının en büyük hastalığı ve zulmü inkarcılığı moda haline getirmesiydi. İnkarcılığı belli olan kişiler en yüksek makamlara getiriliyordu. Dininde ciddi ve samimi olanlara makam ve mevki verilmediği gibi daima göz altında tutuluyorlardı. Sosyalist olmak ilericiliğin simgesi haline gelmişti. Bunlarla yetinmeyerek alemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)e dil uzatılıyordu.
Hiç bir okulda din dersi verilmiyordu. Hiçbir müessesede namaz kılma yeri ayrılmamış, okullarda namaz kılmak ve oruç tutmak yasaklanmıştı. Anadolu halkı hurafelerin içine gömülmüş ve kurandaki islamı tamamiyle unutmuş, batıl inançları kendine din edinmişti. Babalar ve analar bu duruma getirilmişti. Artık onlardan korkulmazdı. Ya onlardan meydana gelen çocuklar uyanırsa felaketimiz nice olur diyerek, nüfusun yüzde seksenini teşkil eden köy çocuklarını vakit geçirmeden kendimiz gibi yetiştirmeliyiz dediler.
İşte köy enstitüleri bu zeminler üzerine oturtuldu. Çünkü halk fırkası sol görüşe yöneldi. Onun için köy enstitülerinin zihniyeti, sol fikirler üzerine inşa edilmiştir. Okullara sol görüşlü öğretmenler gönderildi. Okul müdürleri katıksız solcu idi. Okulda namaz kılmak ve oruç tutmak yasaklanmıştı. Öğretmenler sınıflarda yer yer Allahı inkar ederlerdi. Din, insanları ahiret korkusu ile uyuşturan bir afyondu. Kainat tesadüfi olarak oluşmuştu. Tabiat ananın eseriydi.
Namus diye bir mefhuma inanılmıyordu. Erkek kız ilişkilerine göz yumuluyordu. Birbirlerini sevenler okul idaresine başvurarak nişanlanabiliyordu. Şehveti kamçılayıcı yazılar okul dergisinde yayınlanıyordu. Bize yapılan telkinlere göre marksizm bir dünya cenneti idi. Oraklar elimizde, çekiçler belimizde rus şarkılarıyla işe gidip gelirdik. Okul kütüphaneleri rus klasikleri ile doldurulmuştu. İlkokulu bitirmiş bu masum köy çocukları, milli ve dini duygulardan böylelikle soyutlanarak anarşi bir ruha sürükleniyordu. Çünkü bize, köye gidersek muhtarı, nahiyede müdürü, ilçede kaymakamı, ilde valiyi dinlemememiz, köylüyü harekete geçirerek marksist halk ihtilali yapacağımız, bunun için önce gerici inançlarla mücadele edip onları baskı altına alacağımız ve her yerde haya ve namus duygusunu yok edeceğimiz üzerine telkinler yapılıyordu.
Başımızdaki müdür ve eşi tam bir solcu idi. Bu sosyalist hanım, grup öğretmeni olarak defalarca sınıfta Allahın varlığını inkar ederdi. Bu okullara girip de solcu olmayan bir tek kişiye rastlanamaz. Arasıra tesadüfen okulumuza milliyetçi öğretmenler gelirdi. Bunların durumu belli olunca derhal okuldan uzaklaştırılırdı. Bunu önlemek için Ankara Hasanoğlan köy enstitüsünü açarak burada solcu öğretmen yetiştirip , köy enstitülerini tam sosyalist kadroya kavuşturmak istediler. Buna da muvaffak oldular.
İşte bu çocuklar müslüman köylü ana-babaların çocukları idi. Maneviyatsız bir ortamda manevi duygulardan mahrum olarak ilkokulu bitirmişlerdi. Masum ve günahsız idiler. İnançtan yoksun kalmış beyinler, beyinsizlerin dinine teslim edilmişlerdi. Bu beyinsizler Allahın peygamberine ve kitabına cephe almışlardı. Haktan ayrılarak Leninin batıl inançlarına iman etmişler, ne yazık ki, bu okullarda bu çocuklara, beş sene, kominizm zehirini yudum yudum içirmişlerdi.
Ben ise, Rabbime beni öğretmen yapması için dua etmiştim. Allah duamı kabul etmişti. Taklidi olan imanım bunların telkinleri karşısında sarsılmıştı. Aklımı çalıştırmadığım için yıkılıp gitmişti. Bu telkinler altında korkunç bir materyalist olmuştum. Tatillere gidip geldikçe anne ve babamı gericilik ve yobazlıkla suçluyordum. İnkarcılık bizler için birdin, bir inanç halini almıştı. Ben okulu altı yılda bitirdim. Bir defaya mahsus olarak dört kişi müdürün dersine girmemiştik. O sene dördümüzü sınıfta bıraktı. Belki bu benim için bir ikazdı ama yine inkarcılığın tesirinden kurtulamadım.
ÖĞRETMENLİĞE ATANMAM
1949 haziran ayında okuldan mezun oldum. Eylül ayında tayin emrim gelmiş oldu. Kahramanmaraş iline bağlı Elbistan Orta Ören Köyüne tayin edilmiştim. Ekim ayı içerisinde köye giderek vazifeye başladım. Kerpiçten yapılmıştek sınıftan ibaret bir okulu vardı. Öğretmen evi yoktu. Köy altmış haneden ibaret olup, Hüseyin Ağa denilen bir kişiye aitti. Yirmiden fazla erkek çocukları vardı. Köy bunların evlenip çoğalmasıyla meydana gelmişti, o tarihlerde yaşı yetmiş-sekseni bulmuştu.
Evi misafirsiz kalmaz, yedirip içirmeyi çok severdi. İlme ve irfana çok açık olan bir ağaydı. O güne göre tam bir marifçi. Ayrıca müslümanlığı yaşayan muhterem bir kişiliği vardı. Okulun evi olmadığı için beni kendi evine aldı. Ben de onların ailesinden bir fert olmuştum. Beni evlatları gibi severdi. Böylelikle manevi bir anne ve babaya kavuşmuş oldum. Oğlu Mehmet Efendi muhtardı. Bir yılım böyle geçti. Birinci ve ikinci sınıfları tek sınıfta okutuyordum. İkinci sene muhtar beni misafir etti. Beni kardeşlerinden bir kardeş gibi kabul ediyordu. Muhtarın evine de gelen giden çok olduğu için okuma fırsatı bulamıyordum. Muhtara rica edip, okula bitişik bir oda yapmasını söyledim. Muhtar bu ricamı kabul ederek isteğimi yerine getirdi. Yıl ortasında, yapılan küçük tek odadan ibaret evime taşınmış oldum.
KÖYDE BAŞIMA GELEN BİR OLAY
Arasıra evlere davete gidiyordum. Bir gün Mustafa isminde bir öğrencinin ailesi beni davet etti. Anişe isminde bir kızları yemeklerimizi sofraya getirmişti. Çay sohbetinde köy ile ilgili sorunları görüştük. Köyün arazisi geniş olduğu halde tarıma pek elverişli değildi. Çünkü ovaya su getirilmemişti. Karşı tepelerde üzüm yetiştirildiği halde meyve bahçeleri çok azdı. Gelir düzeyi düşük olduğu için köyün gençleri evlenmek ve başlık parasını ödemek için nişanı iki üç sene uzatırlardı. Kızın annesi benim niçin evlenmediğimi sordu. Durumumun müsait olmadığını söyledim. Benim evlenme fikrim olmadığı için ergenlik çağına gelmiş köy kızlarıyla ilgilenmiyordum. Hanelerini bana açmış olan bir köyün genç kızlarına kötü gözle bakamazdım. Solcu olmama rağmen fıtratımı koruyabiliyordum.
Bize yemekte hizmet eden evin güzel ve terbiyeli kız iç aleminde bana aşık olmuş. Bu tutkusunu bir iki ay anne ve babasından gizli tutuyor. Neticede annesine derdini söylemek zorunda kalıyor. Annesi de sabır etmesini söyleyerek teselli ediyor. Aşk hiç sabır dinler mi? İkinci sınıfa devam eden kardeşi Mustafa ile bir mektup göndererek aşkını ilan ediyordu. Benim için tehlike çanlarının çalmaya başladığını anlamıştım. Mektuba cevap vermedim. Sabır göstermekten başka bir çarem de yoktu. Mektuplar üst üste gelmeye başladı. Cevap vermedikçe üzerime geliyordu.kendisini anne babasından istememi arzu ediyordu. Köyün en güzel kızlarından biriydi. Ne olursa olsun benim evlemek fikrim yoktu.
Birgün annesi ile beraber okula geldiler. Kızıyla evlenmemi teklif etti. Bunu yapmazsam kızının bu aşktan keder olup gideceğini söyledi. Ben ise, böyle bir işe teşebbüs imkanımın olmadığını söyledim. Bu tavrımdan dolayı kızcağız aşkını şiirle ilan etmeye başladı. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Durumu muhtara söyleyerek bir tedbir almasını söyledim. Muhtar, merak etmememi, böyle şeylerin olabileceğini, köyün bu konuda anlayışlı olduğunu söyledi. Ağanın sağ olduğu müddetçe bana kimsenin zarar veremeyeceğini, benim doğru ve namuslu bir insan olduğumu herkesin şahid olduğunu söyledi. Anişeyi anne ve babasından isteyip her ikimizi nişanlamakla bu olayı kapatırız diyerek söz verdi.
Birkaç gün sonra muhtar evlerine giderek kızcağızı istedi. Kızın babası kardeşinin bu işe razı olması şartıyla kabul edebileceğini söylerken, amca ise bu işi duyar duymaz değil razı olmak küplere binmişti. Kızın ailesini tehtid ediyor, siz benim gelinliğimi nasıl olur da yabancı bir kişiye verirsiniz diyordu. İki kardeşin oğlu ve kızı aynı sene dünyaya gelmişlerdi. Bu iki minik çocuk beşik geleneği olarak nişanlanmış, büyüdüklerinde evlenmeleri için heriki taraf söz vermişti.
Muhtarın isteğinden sonra kızın amcası harekete geçti. Birkaç gün içinde kız ile oğlanı nişanlanmış, kızcağız takıları kabul etmeyerek önlerine fırlatmıştı. O yörenin hiç bir yere uymayan bir geleneği vardı. Nişan merasimi yapıldıktan sonra herikisinin nikahı hoca tarafından kıyılarak oğlanın kız evine serbest olarak gidip gelmesi sağlanmış olurdu. Çok ailede kız gelin olmadan evlilik meydana geliyormuş. Anişenin de nikahı kıyıldığı için nişanlısı serbest olarak gidip gelebiliyordu. Yine şiirler ve mektuplar devam ediyordu. Bana güvenmemi söylüyordu. İkisini biraraya getirmeyi başaramadılar. Anişeyi birleştirmek için başka bir köyde akrabalarına götürdüler. Orada da bir bu işe bir çare bulamadılar. O köyden merak etmememi, kendisine elini vuracağı zaman bir yumruk vurarak köşeye sıkıştırdığını bildiren haberler gönderiyordu. Anişeyi tekrar köye getirmek mecburiyetinde kaldılar.
Okulun kapanmasına üç ay kalmıştı. Artık beni yer yer tehtid ediyorlardı. Babama bir telgraf çekerek bana bir kız bulup nişanlamasını yazdım. Hayatımın tehlikede olduğunu söyledim. Babam da isteğimi kabul ederek, yakın bir dostunun kızı ile beni sözledi. Evleneceğim kızın fotoğraflarını alarak beni ziyarete geldi.
Babamın beni nişanladığı bütün köye yayılıyordu. Köylüler Anişenin durumunu bildikleri için onun adına üzülüyorlardı. Artık emin olarak görevime devam edebilirdim. Kız evi babamı davet ettiği için husumetin kalktığına inanmış oldum.
Okulun kapanmasına bir ay kalmıştı. Bir Pazar günü köyün alt taraflarında kalan bahçelere inmiştim. Köyün içinden geçip okula giderken, evlerine yakın bir yerde önümü kesip kendini kaçırmamı söyledi. Sevginin gözü kördür diye bir atasözü meşhurdur. Bu sözü büyük kardeşinin yanında söylüyordu. Ben bir olayın çıkacağını anlayarak muhtarın evine yöneldim. Kızkardeşinden bu sözleri duyan abisi, arkamdan tabanca ile bana ulaşıp durmadan bana ateş ediyordu. Tabanca bir türlü ateş almıyor veya tutukluk yapıyordu. Böylelikle muhtarın evine ulaşmış oldum. Köy halkı bu olaya şahid olmuşlardı. muhtarla birlikte ilçeye giderek, İlköğretim Müdürüne durumu beraberce izah edip savcılığı haberdar ettik.
Durumu yerinde incelemek için müfettişler gönderildi. Haklı olduğum rapor edilerek ilgililere bildirildi. Okulun kapanmasına bir hafta kala, beni bir gün kız arkadaşının evine çağırdı. Ev halkının diğerleri arazilerine gitmişlerdi. Elinde bir mendil, yüzünden boncuk boncuk göz yaşları boşalıyordu. Titrek bir sesle nişanlımın fotoğrafını görmek istedi. Elbette diyerek gösterdim.
Sevginin ne demek olduğunu bilmeyen ve engel olanların hepsini suçlayarak artık bu sevginin ahirete kaldığını ifade etti ve beni son olarak uğurladı. Ben de helalleşerek o köyden ayrıldım. Üçüncü yıla girmeden bakanlık tarafından Malatya il emrine atanmıştım.
HAK İLE BATILI AYIRMAK İÇİN YİRMİ YIL GEÇTİ
1951-1952 öğretim yılı içerisinde Doğanşehir İlçesi, Sürgü Nahiyesi, Kurucaova Köyünde öğretmenim. Beş sınıfı birlikte okutuyorum. İslam ile hiçbir ilgim yoktur. Çünkü Malatya Akçadağ köy enstitüsünde sol fikirler ile yetiştirildim. O zamanlar bütün dünya materyalizme yönelmiş, her millet inkarcılığı kendisi için bir din, bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. Ben, bu maddeleşmiş cesetten biran evvel kurtulmak istiyordum. Ne çare ki, bir türlü kurtuluş yolu bulamıyordum.
Düşünmeye başladım. Bir yaz gecesi okul bahçesinde gökyüzünü seyre dalmıştım. Ay bütün haşmetiyle yüzünü dünyaya çevirmiş, öncelikle benim gibi insanlara te*bessüm ederek beni oku diyordu. Birdenbire, Allah! diye bağırmaya başladım. Hanım pencereye koşarak, ne oluyor? dedi. Müjde müjde! Ben Müslüman oldum dedim. Bak! Ay, boşlukta, kendi yörüngesinde, dünyamızın etrafında dolaşıp dururken, yolundan sap*mıyor ve Rabbine teslim olmuşken, benim gibi akıllı olduklarını sanan milyonlarca in*san Rabbinin yolundan saparak, maddeciliğin kölesi olmuştur. Sen şahit ol. Şu andan itibaren kula kulluk zincirini kırarak, Rabbime kul köle olarak gerçek hüviyetime ka*vuşmuş bulunuyorum.
Hemen namaz kılmak aklıma geldi. Abdest alarak Rabbimin huzuruna durdum. Bundan sonra Allah'tan başka hiçbir kimsenin huzurunda kıyama durmayacağıma and içtim. Kıyamdayım, hiçbir dua bilmiyorum. Babamdan Allahu Ekber kelimesini duy*muştum. Bu kelime ile namaz hareketlerini tamamladım. Ey Allah'ım! Beni affet diye ağlıyordum. O gün sevincimden uyuyamadım.
Sabahın erken saatlerinde Malatya il merkezine hareket ettim. İslâm ile ilgili bir kitap bulup, İslâm'ı öğrenecektim. Ne kadar kitapevi varsa, hepsini dolaştım. Ne yazık ki, İslâm'la ilgili bir kitap bulamadım. Elim boş olarak köye döndüm. İbadetime devam
ediyorum. Üç ay sonra tekrar gittim. Bir kitap evinde Yunus Emre'nin şiirler antolojisi elime geçti. Bütün şiirleri bir araya getirilmişti. Onu alarak sevinçle köye döndüm. İçe*risinde Allah, peygamber geçen şiirleri okuyarak teselli bulmaya çalışıyordum.
Her ay maaşımı almak için Doğanşehir ilçesine gidiyordum. İlçe ile köy arasında Sürgü nahiyesi var. Sürgüye kadar yaya iki saat yolum var. Yol dağların arasından geçerdi. Bu gördüğüm ve göremediğim varlıklar Rabbime işaret eden ayetlerdi. Yol boyunca her on adımda beni selamete hidayet eden Allah'ıma hamd ediyordum. İlçeye her gidiş ve gelişimde nahiyeye uğramak mecburiyeti vardı. Çünkü yolum içinden geçiyordu. Zamanla nahiyede bulunan müslümanlarla tanışmak nasip oldu.
Bir gece beni nahiyede misafir ettiler. Bir evde dini sohbet var, bu gece seni o eve götüreceğiz, dediler. Beni evinde misafir eden Bağdat Ahmet ile beraber sohbet yapılacak eve gittik. Evin salonunda tam kırk kişi vardı. Yatsı namazından sonra halka şeklini aldılar. Onbaşıları ortada komut vererek zikre başladılar. Allah! diyerek bir öne bir arkaya sallanıyor, başları hızla inip kalkıyordu. Bir müridin elinde zilli bir def vardı. Devamlı ilahi söyleyerek müridleri coşturuyordu. Hep birden kol kola ayakta bir öne bir arkaya gidip geliyorlardı. Bazıları halkadan ayrılarak gözleri kapalı hızla dönüyor, Yetiş Ya Şeyh kurban! diyerek şeyhinden yardım istiyordu. Ben divanda oturmuş bun*ları seyrediyordum. Bir mürid kolumdan hızla tutarak, beni halkanın içine çekti. Ben de Allah diyerek hızla dönmeye başladım.
Zikirden sonra çay sohbeti başladı. Şeyhlerinden gördüklerini anlatmaya başladılar. Şeyh Ali Efendi her gün, Kore'de savaşan Türk askerlerine yardım için Kore'ye gidip geliyormuş. Defalarca kanlı elbiseleriyle gördüklerini söylediler. Şeyhe gittikle*rinde kapı anahtarının «la ilahe illallah» zikrini yaptığını işitmişler. Tarikat çok ince bir yoldur. Bu yola girmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikate ulaşmak mümkün değildir. O gün onbaşımız Şeyh adına bizi tarikata kabul etti. Yapacağım tesbihleri yazarak bana verdiler. Her hafta Pazar günleri Sürgü nahiyesine gelerek zikir meclisine katılı*yordum.
Üç ay sonra beni Akçadağ ilçesine bağlı Örüşkü köyünde oturmakta olan Şeyh Ali Efendiye götürdüler. Şeyhimizin iki katlı evi ve üç karısı vardı. Büyük araziye sahip evi, jeneratörle aydınlatılıyordu. Malatya çevresinde çok müridi vardı. Adıyaman, Gaziantep, Adana, Mersin, Antalya, Konya, Kayseri taraflarından mürid akını vardı. Her mürid elindekini ve avucundakini Şeyhine getirirdi.
Benim Şeyhimin Şeyhi Şeyh Osman, emekli olduktan sonra Malatya il merkezi*ne yerleşiyor. Arap asıllı olduğu için güzel Kur'an okuyormuş. Kendisini Kadiri Tarikatı Şeyhi olarak tanıtıyor. Kısa bir zamanda ünü her tarafta duyuluyor. Çünkü yapılan propagandalara göre, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar ona selam veriyor ve O da, onlarla konuşabiliyormuş. Doğudaki ve batıdaki bir müridin çağrısı üzerine yetişip, o müridini teh*likelerden koruyabiliyormuş. Yer küre avucunun içinde bir ceviz misali her şeyi gördüğü gibi, bir anda istediği yerde görülebiliyormuş. Cuma namazlarını Mekke-i Mükerreme'de kılar, her çeşit hasta, evinde bir gece kalsa bile şifaya kavuşurmuş. Okuduğu her şeker derde derman olur, Levh-i mahfuzu okuyarak müridlerinin kaderine hükmedebiliyormuş. Kalplerden geçenleri sen söylemeden okuyabiliyormuş.
Üç sene sonra, yani 1954-1955 öğrenim yılında kendi köyüm olan Doğanşehir Polat köyüne tayin edildim. Kendi evimi tekke yaptım. Bizim köyümüz bin haneye yakındı. Şirin bir kasaba, belediye başkanı ve karakolu mevcut. İki ilkokulu, iki camisi, orta okul ve lisesi var. Her hafta bizim evde toplanarak zikre devam ediyoruz. Erkek*ler ön safta, kadınlar arkada halka şeklinde oturuyoruz. Şeyh Ali Efendi, beni Doğanşe*hir çevresine Çavuş olarak tayin etti. Artık zikirleri ben yaptırıyorum. Şeyh n***** her*kese tesbih verebiliyorum. Gerçek İslâm'ı bulmuş gibi inanıyorum. Sözde değil, hareketlerimle yaşamaya çalışıyorum. Onun için müridler beni çok seviyorlar.
Bütün öğretmenler aleyhimde çalışıyorlar. Çünkü hepsi sol fikirli, kendilerinden ayrıldığım için, hazmedemiyorlar. Durmadan ilgili makamlara şikayet ediyorlar. İlçe kaymakamı çağırarak nasihat ediyor. Ara sıra savcılığa ve karakola ifade veriyorum. İlden müfettişler gönderilerek ifadelerim alınıyor. Beni bu işten vazgeçirmeye çalışı*yorlar. Bir taraftan kayınpeder, annem ve babam, beni görevden alırlar diye korku içeri*sinde, durmadan bana baskı uyguluyorlar. Onlara diyorum ki, "Benimle boşuna uğraşı*yorsunuz. Ben Rabbime teslim olmuş bir askerim. O'nun emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak gerekir. Bir müslüman inandıktan sonra tekrar küfre döner mi? Atıl*malar, işkenceler, hapisler onun için bir mükafattır. Okumadınız mı Peygamberler bu yolda ne çileler çekti? Şahsım için ne olursa olsun bu davadan vazgeçemem. Bu çilelere sabredebilirsen, sonunda rıza-i ilâhi ve cennet var." Ben, inkarcılığın dünyada dahi bir cehennem azabı verdiğini ruhumda yaşamıştım. İlgili makamlara defalarca söyledim. Beni her an bu görevden alabilirsiniz. Ümitleri kesilmişti. Ne yapsalar dönmeyeceğimi anlamışlardı.
Belediye Başkanı Mehmet Efendi ateist bir kişiydi. Benimle tartışmayı çok severdi. Bir gün makamında kendisini ziyaret ettim. Ayağa kalkarak yer gösterdi. Geldiğine sevindim, dedi. Kahvemizi içtikten sonra bugün sana son sözümü söyleyeceğim. Senin dediğin gibi bu dünya hayatından başka bir ahiret hayatı olsaydı Lenin, Mao, İnönü, Nasır gibi, toplumlarında devrimler yapmış ve halkları tarafından sevilen akıllı insanla*rın inandıklarını ilan etmeleri gerekirdi. Sen, bunlardan daha mı akıllısın, dedi. Bu sö*zünden dolayı çok üzüldüm. Bak arkadaş, ben de sana karşı son sözlerimi söyleyerek münazara kapısını kapatalım. Sen de biliyorsun ki, insan ömrü çok kısa. Ölümün hangi gün, hangi saat kapıyı çalacağı belli değil, dedim.
Sabahleyin acı bir haber kasabayı sardı. Başkan sabahleyin evinden dairesine giderken, köy meydanında bayılıp yere yığılıyor. Meydanda toplananlar, Başkanın etrafında toplanıyorlar. Dili tutulmuş, cevap alamıyorlar. Bir taksi ile acele ilçeye ulaştırı*yorlar. Doktor Malatya Devlet Hastanesine ulaştırmalarını söylüyor. Kavuşmadan yarı yolda ruhunu teslim ediyor. Bakalım bu dünyada aklını çalıştırıp, iman etmeyenlerin tartışmalarını gözleriyle gördükten sonra, aklın insanoğluna Allah tarafından verilen büyük bir nimet olduğunun farkına varmış olacaklardır.
Okulumda Hasan Mumcu diye bir öğretmen var. Biraz felsefe okumuş, ara sıra münazara ederdik. Ben, onu Allah'a inandırmaya çalışırken, o gün inanır, ertesi gün inkar ederdi. Bu durum altı ay devam etti. Hasan Öğretmeni Şeyhe götürmeye karar verdik. Hasan Bey teklifimizi kabul etti. Yanımıza Şeyh Osman'ın müridlerinden bir kişi daha alarak yaya olarak Şeyhe gittik. Şeyhin köyü, bizim köye yedi saat uzaklıkta idi. Hasan Beyin durumunu Şeyhime izah ettim. Bütün köydeki müritlerini toplayarak evinin büyük bir salonunda zikir yaptırdı. Ya Allah, Ya Şeyh diye bağıran biri vardı. Zikirden sonra Şeyh Ali sohbete başladı. Şeyhi Osmandan duyduklarını ve gördüklerini anlatıyordu:
(Ben şahsen Şeyh Osman'ın sağlığına kavuşamadım. Tarikata girmeden çok önce ölmüştü. Şeyhim Ali Efendinin otomobili ve özel şoförü vardı. Hanımlarına emir verir: Taksinin bagajına peynir, çökelek, tereyağı, bulgur doldurun. Şeyhim Osman'ı ziyarete gideceğim, der giderdi.)
Malatya İl merlezinde oturan Şeyhim Osmana giderek kapısının zilini çaldım. Kapısı açılınca Şeyh bahçesinde beni gördü. Oğlum Ali, hediyeleri üst katta anana ver, bir sandalye alarak yanıma gel, dedi. Ben de şoföre Yeni Caminin arka tarafına taksiyi park eyle ve çarşı*da gez dolaş, ikindi ezanı okunduğu zaman gel, dedim. Ben bir sandalye alarak havuzun başına geldim. Şeyhim oyuncak bir kayığı su üzerinde uzun bir çubukla yüzdürüyor, ben de seyrediyorum. Bir den bire kayık yan yattı. Kayığı çubukla kaldırdıktan sonra, bana dönerek şöyle dedi: Oğlum Ali şu anda bir olay oldu. Sen bilir misin?, dedi. Şeyhim bilir dedim. Oğlum, Basra Körfezi'nde içinde müritlerim bulunan bir vapur alabora oldu. Tam batmak üzere iken, bir müridim Yetiş ya Şeyh Osman! diye bağırdı. Buradaki bu oyuncak kayığı doğrultmakla oradaki vapuru doğrulttum. İşte oğlum Ali, bir şeyhin müridi, doğuda ve batıda bir tehlikeye maruz kalsa ona ulaşamayan şeyh, köpeklerin şeyhi olsun. Kim ki, müridine ulaşamıyorsa, o kişi köpeklerin şeyhidir dedi. Yü*zünü Hasan'a dönerek, İşte ben böyle cihan kutbunun müridiyim, dedi. O gün havuz başında şeyhimden aldığım feyzi tarif edemem. İkindi vakti yaklaşmıştı. Şoför beni bekliyor. Müsaade ederseniz döneyim, dedim. Gidebilirsiniz, dedi. Yeni caminin yanına geldi*ğimde ikindi ezanı okundu. Cemaatle beraber namaza durdum. Şeyhime uyarak namazı bitirdim. Namaz içerisinde şeyhimi gözümün önüne getirerek rabıta yapıyordum. So*nunda ellerimi açarak cemaatle birlikte dua ediyorum. Dua içerisinde kendi kendime dedim ki, senin bu şeyhin, Şeyh Osman var ya, Allah'tan daha büyüktür dedim. Hasan'a dönerek, şeyhine böyle inanmayan mürit tarikatta yol alamaz, dedi.
Harem tarafından büyük tepsi içerisinde etli pilav geldi. Hepimiz davet edildik. Müritler tepsinin etrafını sardılar. Hasan yerinden kalkmadan; şeyhim kusura bakma ben senin yemeğini yemeyeceğim, dedi. Niçin oğlum, dedi. Çünkü ben Allah'ın var ol*duğuna inanmıyorum. Ama sen, kendi şeyhini Allah'tan büyük yaptın. Senin yemeğin yenmez, dedi. Ben de, Ulan Hasan, ben seni irşad olman için getirdim. Şimdi ise, sen beni yeniden irşad ettin. Evet, bu putperest adamın yemeği yenmez, dedim. Beş sene batıl bir yola hizmet ettiğimin farkına vararak bu batıl inançtan tövbe ettim. Böylelikle şeyhten ayrılmış oldum. Hasan bu cehaleti gördükten sonra Allah'a inanmış oldu.
Doğanşehir ilçesinde teşbih verdiğim bütün müritleri gezerek tevbe etmelerini bildirdim, uyanan uyandı, uyanmayan bu batıl yolda devam etti. Ben yine çölde kervanı kaybetmiş bir yolcu gibi yalnız kalmıştım. 1956'ya gireceğimiz sene bizim köye Süleymancı olduklarını söyleyen bir takım kimseler geldiler. Camide halka vaiz vererek, ilkokulu bitirmiş çocuklara Kur'an öğreteceklerini uzun uzadıya anlattılar. Köylünün ver*dikleri boş bir evde hizmete başladılar. Diğerleri çevre köylere dağılarak Kur'an Kursu adı altında çalışmaya başladılar. Süleymancı grup, Nakşi tarikatına mensuptu. Yine eli*me İslâm'la ilgili bir kitap geçmediği için bunlarla ilgi kurmaya başladım. Benim Kadiri tarikatından ayrıldığımı öğrenmişlerdi. Beni kendi tarikatlarına teşvik ettiler. Neticede onlara dahil oldum. Burada zikirler sessiz ve kalpten yapılıyordu. Bizim tarikat ile pek farkı yoktu. Bunlar da aynı şeylere inanıyorlardı. Her toplantıda Hatmi Hace yapılırdı.
Küçük Hatme
Değirmi bir halka teşkil edilecek şekilde oturulur. 100 adet taş hatmeye iştirak edecek şahıs adedine taksim edilir. Hatmeyi idare edenin işareti üzere gözler yumulur ve 25'er defa estağfurullah denir. Rabıta-ı şerif nidası üzere beş dakika rabıta yapılır. Fatiha-ı şerif nidası üzerine nidayı yapan şahıs dahil sağ taraftaki yedi kişi euzü besmele ile birer fatiha-ı şerif okur. Ya baki entel baki üzerine herkes şahsına düşen taş adedince Ya baki entel baki der ve beş defa tekrar edilir. Fatiha-ı şerife salavatı şerife, hatmeyi idare eden silsile-i şerife okur. Bu bitince asrı şerif okunur. Gözler açılır.
Büyük Hatme
Hatmeye iştirak edenler 15 defadan fazla, İnşirah suresini okur. Nida üzerine gö*zünü kapayıp, 25 defa estağfurullah der. Elem neşrahleke duasını bilen sağ avucu sol göğsü üzerinde açık tutularak taş verilmesini bekleyenlere 79 taş dağıtılır. Rabıta-ı şeri*fi salavatı şerife, sonra taşlar adetince İnşirah suresi okunur. Daha önce taş almamış olanlara 21 taş daha dağıtılır. Böylece dağıtılan taş adedi 100 adete tamamlamış olur. İhlas-ı şerif nidası üzerine İhlas-ı şerif 10 defa okunur. Böylece 100 İhlas-ı şerif okun*muş olur. İdare eden bir fazla okuyarak 101'e tamamlanır. Fatihayı şerif, salavatı şerifle hatme tamamlanır.
SÜLEYMANCILARIN NAKŞİ İTİKATLARI
Seyr-i sülük[2]
Rabıta ve Silsile-i Saadet
S.125. Vaktaki Tarikat ehli kendi tertiplerine dair okunuşu basit ifadesi düzgün, rabıta ehlinin[3] bütün hallerini içinde toplamış, bir risaleye muhtaç olduklarından, bu fakir ve acizi rabıta ehli olduğuna inanarak, hertürlü hüsnü zanda bulunup Rabbimiz Tealanın feyiz ve ihsanına muhtaç olduğum halde acizlerden hallerine uygun bir risale istediler. Ben de hallerine muavafık risaleler içinde bir risale arayıp, mizanüssülük[4] isimli risaleyi azıcık açıklayarak rabıta ehlinin hal ve arzularına uygun kılıp ve her tarikatın özünü şamil[5] ve ehl-i tarikat ile ehl-i iman aralarını bulup tarikatın, şeriatın bir hülasası olduğunu ve şeriatın da tarikatın temeli bulunduğunu açıkladım ki mağfiretime ve cennete girmeme sebep olsun.
Mehmet Arif
S.134. İkinci Edep Rabıta Edebidir
Rabıta Edebi (Rabıtanın tam şekli): iki gözün arasında bulunan bütün düşünce ve hayallerin hazinesi ve toplandığı yer ile mürşidin ruhani yüzlerine bakılacaktır. Çünkü mürşidin manevi yüzü ruhani feyiz kaynağıdır. Sonra mürşid vesilesiyle mürşidin ruhaniyeti, hayal ve düşünce hazinesine sokulacak, o anda kalb derinliğine devamlı birşey iniyor diye düşünülecek, ötesinden yavaş yavaş inilip o kalbde kaybedilmeyecektir. Hatta nefsten gaib (bile) olunacaktır. Çünkü kalb derinliğine nihayet yoktur. Ve Allaha seyr kalbden hasıl olur.
Rabıta heran ve heryerde yapılması mümkün bir ibadettir. Zikri kalbiyle beraber yirmidört saatte bir defa yapılmasına vazife denir. Ve şöyle yapılır: Abdestli ve temiz olarak tenha bir yere kıbleye dönük eller diz üstünde oturulur. Euzu besmele ile bir fatiha, üç ihlas-ı şerif okunup silsele-i saadet efendilerimizin (k.s.) ve yaşadığımız asırdaki mürşid-i kamilin ruhlarının makamlarına hediye edilir. Usulu ile yedi istiğfar ve yedi salavat okunur. Gözler kapalı, baş öne ve kalb üzerine eğik olarak durulur. İki kaşımızın arasındaki bütün vesvese ve düşüncelerin çıkış noktası olan nefis, kalbe, kalb de mürşid-i kamilin kalbine bağlanır. Dil damağa yapışık olarak ve kalbine cenab-ı hakkın ihsan-ı olan feyzin mürşidinin manevi kalblerinden kendi kalbine aktığı tahayyül edilerek[6] en az çeyrek saat durulur. Bu hallerde mürşidle diz dize durma en iyi şeklidir.
Sonra dil damağa tam yapışık olarak yalnız kalb ile (verilen miktar ne ise) tesbihle lafza-i celal[7] kalbde zikredilir. Zikir anında masivadan hiçbirşey düşünülmemelidir. Eğer herhangi bir düçünce gelecek olursa zikri bırakıp 3-4 dakika daha rabıta yapıp sonra zikre devam edilir. Zikir bitince en az elli en çok beşyüz ihlas-ı şerif okunup dua yapılır. (A.D.)
S.147. Mürşid-i kamilde bir ruhaniyyet vardır ki, bütün hallerde müridden ayrılmaz. Hatta ihvanımızdan bazıları ruhaniyyeti mürşid üzerlerinde hazır ve kendilerine nazır olduğunu bildikleri için uykuda bile ayak uzatmazlar. Eğer mürid bu haleti görmezse görür gibi inansın. Çünkü bu inanç sebebiyle edeplendiği için görmüş olan mürid ile feyzde müsavi olur. Ruhaniyyeti mürşid, müridin ruhu çıkacağı ve şeytanın tasallutu[8] hazır olup şeytanı defeder. Ruhaniyyet-i mürşid kabir suali zamanında da müridin yanında hazır olarak münkürlerin[9] suali anında imdat ve tesliyet[10] edip, şeytan ondan kaçar. Çünkü zikolunduğu gibi ruhaniyyette perde, madde ve zaman yoktur.
Sonunda Nakşiliğin ruhban sınıfı meziyetleriyle sayılır.
Nakşibendilerin "Silsile-i Sâdatı"
1. Ebu Yezid-i (Bayezıd) Bestami
2. Eb'ul-Hasan el-kharagâni
3. Ebu Ali Fermadi
4. Yusuf Hemedani
5. Abdulhalıg-ı Gonjduwâni
6. Arifi R'wegeri
7. Mahmud-i İnjir fagnavi
8. Aliyyi Ramiteni
9. Muhammed Baba Semmasi
10. Emir Kulâl
11. Muhammed Bahâuddîn Buhâri
12. Akruddin Attar
13. Ya'gûb-i Çarkhi
14. Nasuriddin Ubeydullah-ı Ahyar
15. Gâdıy Muhammed Zahid Bedakhşi
16. Derviş Muhammed Semerkandi
17. Muhammed Khuwajegi-yi Emkeneği
18. Muhammed Bağıy-Billah
19. Ahmed Farugıy-i Serhindi
20. Muhammed Ma'sum Farugıy
21. Seyfeddin Farugıy
22. Nur Muhammed Bedevvani
23. Şemsuddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan
24. Gulam Ali Abdullah-ı Dehlevi
25. Halid Bağdadî
26. Taha-yi Hakkari (Nehrili Seyyid Tâhâ)
27. Sibgatullah Arvasi (Kuşağı ve halifeleri)
28. Süleyman Hilmi Tunahan
İşte ben bir sene boyunca bu ruhban sınıfını kutsadım. Süleyman Hilmi Tunahan'ı hatırlayarak onun kalbinden bizim kalbe nur aktanyorduk. Neticede resme taptığımı anlayarak bu tarikattan da tövbe eyledim.