Merhaba
BIR BAYRAM HIKAYESINI FORMA EKLIYEYIM
Bu, Öykümüzün Başlangıcıdır Sevinç İçinde Büyüyen İlk Acıdır ilimler Akademisi'nin antik çağ bazilikalarından bozma kütüphanesinin kalın duvarlarından sızanışıklara Dicle'nin serin rüzgârlarıyla birlikte top sesleri de karışmaya başladığında kalbi duracak gibi olmuştu. Onca dil dökmeleri ve övgü dolu şiirleri karşılığında âmâ ve kambur kütüphane memurunun mahzenden çıkarıp getirdiği yasak ciltleri kendisine vermeden, dışarıdaki def sesleri ve sevinç çığlıklarının cazibesine kapılıp halkın akın ettiği surlara gitmesinden değil, kentin üzerine sinmeye başlayan değişiklikten ürkerek kendisini dışarı çıkarıp kütüphane kapılarını kilitlemesinden korkuyordu.
Neyse ki Keldani ve Asur tarihi uzmanı bu yetmişlik Süryanî memur, Osmanlı hakanı Kanun Koyucu Süleyman'ın Bağdat'a giriyor oluşundan pek heyecanlanmamış ve kesik kesik öksürerek yalnızca "Olacak olan olur; beklenen gelir. Bugün doğan yarın elbet ölür." diye mırıldanarak sormuştu:"Ciltleri istiyor musunuz, yoksa gidip siz de Basralı hurma tüccarları gibi sultanın at koşumlarınımı seyredeceksiniz?"
Elli yaşlarındaki Hilleli Mehmed Efendi için gerçekten zor bir soru oldu bu. Acaba o da pek çokları gibi sultanın kente girişini seyretmeli miydi? Kütüphaneci sormasa böyle bir istek doğmayacaktı belki içinde. Şimdi gönlü, duyduğu top seslerinin Bağdat'a kazandıracağı yeniçehrenin seyretmeye değer bir manzara olacağını hissediyor, öte yandan zihni, harabeleri arasındaçocukluk aşkını yitirdiği Babil tapınağı ve asma bahçelerinde yazılmış satırların gizemlidünyasında düşsel gezintilerin ihtirasıyla yanıyordu. Bir an, kütüphanecinin hızlanan kalpatışlarını duyacağını ve zihni ile gönlü arasındaki ikilemin alnına çizdiği kırışıklıkları göreceğinizannetti."Ciltler!" deyiverdi. Sanki görüyormuş gibi elindeki ciltbentleri ocağın yanındaki şilteye bırakıp kapıyı içerden kilitlemek üzere emin adımlarla uzaklaşırken kütüphaneci, "O halde!" dedi, "Güneş şu pencereden içeriye giresiye kadar çalış, sultanın askerleri buraya el koymak için ancak o zaman gelebilirler." Bunları söylerken eliyle kubbenin altındaki vitraylı pencerelerden birini işaretediyor ve başını, sanki bastığı yerlere bakıyormuş gibi önünden ayırmıyordu.Mehmed Efendi'nin heyecan ve aceleyle kaytanlarını çözdüğü ilk deri ciltbent, at cambazlarının taşıdıkları çantalara benziyordu ve içinden bazı parşömenler çıkmıştı.
Bunlar MjS. 70 yılındaKudüs yağmalanırken şehri terk etmek zorunda kalan ilk dönem Hıristiyan rahiplerinin büyük küpler içine koydukları tomarlara benziyorlardı ve Mehmed Efendi'nin bilmediği bir alfabe ileyazılmışlardı. "Herhalde" dedi içinden, "Bu kör kütüphaneci yanlış sandıktaki ciltleri alıp getirdi.Yahut sırayı bir eksik saydı." Tomarların hepsi aynı türdendi ve üzerlerinde İsa'yı çarmıhta veMeryem'in kucağında gösteren tasvirler vardı. Mehmed Efendi tomarları cilde koyup ağzını bağlarken elinde tuttuğu deri parçalarında çölün tam orta yerinde yaşayan keşişlerin ibranî ve Aramî harflerle yazdıkları 100 kadar logia olduğunu bilseydi, büyük olasılıkla hayatının geri kalanında tıp veya şiirle değil de teolojiyle uğraşır, kutsal iki ırmak arasındaki antikiteleri çözmeyi denerdi. Hele Aziz Augustin'in Ostia'da satın aldığı balığın sarıldığı parşömeni elinde tuttuğunu ve üzerindeki cümlelerin de Aziz Thomas îndli'nden alınangizemli ayetler olduğunu bilseydi... İkinci ciltbent istiflenmiş meşin kartuşlarla doluydu. Her kartuşun içinde çuvaldızla dikilmiş 20-24 sayfalık risaleler ve bazı sayfalarında toprak boya ile çizilmiş çıplak kadın ve erkek tas-virleriyle insan anatomisine ilişkin çizimler, ilaç yapımında kullanılan ilkel damıtıcılar, taslar,sürahi ve potalar, dizi dizi ilaç tüpleri, çeşitli bitkilerin yapraklarından kesitler, kök lifleri, değişik kuş ve böcek çizimleri yer alıyordu.
Evet, aradığı bilgilerden bazıları bunlardı; kütüphaneci bunları olsun yanlış getirmemişti. Üzerindeki ecnebi alfabelerin altına birileri tarafından Arap diliyle yazılan küçük açıklamaları okumaya başlayınca elindeki hazine daha da dikkatini çekmeye başlamıştı: "Potelamaus So-ter'in iskenderiye Kütüphanesi bilginlerine çizdirdiği maraz-ı humma risalesi", " ibn Sina'nın ana rahminde ceninin nasıl yaşadığına dair eş-Şifa risalesi", "Serapium'da bitki köklerinden elde edilen şuruplar ve tedavi usulleri risalesi", "Eflatûn-ıUahî'nin ruh ve ölüm risalesi"... Bunlar tam bin yıl önce Roma başpiskoposu ile papaz verahiplerin, "Burada Tanrı'nin işine ortak olunuyor!" diyerek yaktırdıkları iskenderiye Kütüphanesi'nden kaçırılan kitaplar ile daha sonra islam bilimcilerinin hazırladıkları tıp ve felsefeyazmalarının fasikülleriydi. Son cilt bentte yalnızca iki kitap vardı. Bunlardan biri at ehlileştirme ve yetiştirmekten, çöl hayvanları ile develerin hastalıkları ve tedavilerinden bahsediyor; diğeri de Bağdat'ın tarihçesi ile Kırk Haramilerin ve ünlü kervan soygunlarının öykülerini anlatıyordu. Bunun sonunda Binbir Gece Masalları'ndan bir bölüm de yer almaktaydı ve hepsi o bölgelerde sıklıkla kullanılan Mısır çıkışlı firavun kâğıdına yazılmışlardı.
Iskender Pala
Arkasi bayramin birinci gunu...
BIR BAYRAM HIKAYESINI FORMA EKLIYEYIM
Bu, Öykümüzün Başlangıcıdır Sevinç İçinde Büyüyen İlk Acıdır ilimler Akademisi'nin antik çağ bazilikalarından bozma kütüphanesinin kalın duvarlarından sızanışıklara Dicle'nin serin rüzgârlarıyla birlikte top sesleri de karışmaya başladığında kalbi duracak gibi olmuştu. Onca dil dökmeleri ve övgü dolu şiirleri karşılığında âmâ ve kambur kütüphane memurunun mahzenden çıkarıp getirdiği yasak ciltleri kendisine vermeden, dışarıdaki def sesleri ve sevinç çığlıklarının cazibesine kapılıp halkın akın ettiği surlara gitmesinden değil, kentin üzerine sinmeye başlayan değişiklikten ürkerek kendisini dışarı çıkarıp kütüphane kapılarını kilitlemesinden korkuyordu.
Neyse ki Keldani ve Asur tarihi uzmanı bu yetmişlik Süryanî memur, Osmanlı hakanı Kanun Koyucu Süleyman'ın Bağdat'a giriyor oluşundan pek heyecanlanmamış ve kesik kesik öksürerek yalnızca "Olacak olan olur; beklenen gelir. Bugün doğan yarın elbet ölür." diye mırıldanarak sormuştu:"Ciltleri istiyor musunuz, yoksa gidip siz de Basralı hurma tüccarları gibi sultanın at koşumlarınımı seyredeceksiniz?"
Elli yaşlarındaki Hilleli Mehmed Efendi için gerçekten zor bir soru oldu bu. Acaba o da pek çokları gibi sultanın kente girişini seyretmeli miydi? Kütüphaneci sormasa böyle bir istek doğmayacaktı belki içinde. Şimdi gönlü, duyduğu top seslerinin Bağdat'a kazandıracağı yeniçehrenin seyretmeye değer bir manzara olacağını hissediyor, öte yandan zihni, harabeleri arasındaçocukluk aşkını yitirdiği Babil tapınağı ve asma bahçelerinde yazılmış satırların gizemlidünyasında düşsel gezintilerin ihtirasıyla yanıyordu. Bir an, kütüphanecinin hızlanan kalpatışlarını duyacağını ve zihni ile gönlü arasındaki ikilemin alnına çizdiği kırışıklıkları göreceğinizannetti."Ciltler!" deyiverdi. Sanki görüyormuş gibi elindeki ciltbentleri ocağın yanındaki şilteye bırakıp kapıyı içerden kilitlemek üzere emin adımlarla uzaklaşırken kütüphaneci, "O halde!" dedi, "Güneş şu pencereden içeriye giresiye kadar çalış, sultanın askerleri buraya el koymak için ancak o zaman gelebilirler." Bunları söylerken eliyle kubbenin altındaki vitraylı pencerelerden birini işaretediyor ve başını, sanki bastığı yerlere bakıyormuş gibi önünden ayırmıyordu.Mehmed Efendi'nin heyecan ve aceleyle kaytanlarını çözdüğü ilk deri ciltbent, at cambazlarının taşıdıkları çantalara benziyordu ve içinden bazı parşömenler çıkmıştı.
Bunlar MjS. 70 yılındaKudüs yağmalanırken şehri terk etmek zorunda kalan ilk dönem Hıristiyan rahiplerinin büyük küpler içine koydukları tomarlara benziyorlardı ve Mehmed Efendi'nin bilmediği bir alfabe ileyazılmışlardı. "Herhalde" dedi içinden, "Bu kör kütüphaneci yanlış sandıktaki ciltleri alıp getirdi.Yahut sırayı bir eksik saydı." Tomarların hepsi aynı türdendi ve üzerlerinde İsa'yı çarmıhta veMeryem'in kucağında gösteren tasvirler vardı. Mehmed Efendi tomarları cilde koyup ağzını bağlarken elinde tuttuğu deri parçalarında çölün tam orta yerinde yaşayan keşişlerin ibranî ve Aramî harflerle yazdıkları 100 kadar logia olduğunu bilseydi, büyük olasılıkla hayatının geri kalanında tıp veya şiirle değil de teolojiyle uğraşır, kutsal iki ırmak arasındaki antikiteleri çözmeyi denerdi. Hele Aziz Augustin'in Ostia'da satın aldığı balığın sarıldığı parşömeni elinde tuttuğunu ve üzerindeki cümlelerin de Aziz Thomas îndli'nden alınangizemli ayetler olduğunu bilseydi... İkinci ciltbent istiflenmiş meşin kartuşlarla doluydu. Her kartuşun içinde çuvaldızla dikilmiş 20-24 sayfalık risaleler ve bazı sayfalarında toprak boya ile çizilmiş çıplak kadın ve erkek tas-virleriyle insan anatomisine ilişkin çizimler, ilaç yapımında kullanılan ilkel damıtıcılar, taslar,sürahi ve potalar, dizi dizi ilaç tüpleri, çeşitli bitkilerin yapraklarından kesitler, kök lifleri, değişik kuş ve böcek çizimleri yer alıyordu.
Evet, aradığı bilgilerden bazıları bunlardı; kütüphaneci bunları olsun yanlış getirmemişti. Üzerindeki ecnebi alfabelerin altına birileri tarafından Arap diliyle yazılan küçük açıklamaları okumaya başlayınca elindeki hazine daha da dikkatini çekmeye başlamıştı: "Potelamaus So-ter'in iskenderiye Kütüphanesi bilginlerine çizdirdiği maraz-ı humma risalesi", " ibn Sina'nın ana rahminde ceninin nasıl yaşadığına dair eş-Şifa risalesi", "Serapium'da bitki köklerinden elde edilen şuruplar ve tedavi usulleri risalesi", "Eflatûn-ıUahî'nin ruh ve ölüm risalesi"... Bunlar tam bin yıl önce Roma başpiskoposu ile papaz verahiplerin, "Burada Tanrı'nin işine ortak olunuyor!" diyerek yaktırdıkları iskenderiye Kütüphanesi'nden kaçırılan kitaplar ile daha sonra islam bilimcilerinin hazırladıkları tıp ve felsefeyazmalarının fasikülleriydi. Son cilt bentte yalnızca iki kitap vardı. Bunlardan biri at ehlileştirme ve yetiştirmekten, çöl hayvanları ile develerin hastalıkları ve tedavilerinden bahsediyor; diğeri de Bağdat'ın tarihçesi ile Kırk Haramilerin ve ünlü kervan soygunlarının öykülerini anlatıyordu. Bunun sonunda Binbir Gece Masalları'ndan bir bölüm de yer almaktaydı ve hepsi o bölgelerde sıklıkla kullanılan Mısır çıkışlı firavun kâğıdına yazılmışlardı.
Iskender Pala
Arkasi bayramin birinci gunu...