Kuvayı Milliyeci Nâzım Hikmet
“Hakkımda gazetelerde çıkan makaleleri okurken hiçbir şeye aldırmıyorum. Her namuslu insan gibi ben de milletimi, memleketimi sevdiğimi biliyorum ve iftiracılar yalan kusuyorlarsa, bu da bana vız geliyor, iftira onların mesleğidir zaten. Yirmi sene, elli sene sonra Türk Milleti bu iftiracıların adlarını tamamen unutacaktır, fakat Türk Milleti var oldukça, yeryüzünde konuştuğum Türkçe konuşuldukça ben bu dilde ve bu millet hakkında yazdığım en namuslu şiirleri yazan bir insan gibi yaşamaya devam edeceğim.”
Tarih Nâzım’ı haklı çıkardı… 3 Haziran 1963’ten sonraki yıllar ona iftira atanları, ona haksız yere çile çektirenleri çöplüğüne alırken, Nâzım Hikmet’i her geçen gün daha da devleştirdi. Nâzım onu sevenlerin kalbinde hâlâ yaşıyor. Peki ya ona eziyet çektirenler, ona haksız suçlamalar yöneltenler? Kim anımsıyor bugün adlarını? Tarihin garip bir cilvesi midir bilinmez ama yalnızca devrimciler. Nâzım’ı vatan hainliği ile suçlayanların, Nâzım Hikmet’in yalnızca Milli Mücadele sırasında yaptıklarına bakmaları, Nâzım’ın ne derece yurtsever bir insan olduğunu göstermeye yeterdi. Ama hüküm çok daha önceden verildiğinden buna hiç gerek duymadılar.
Evet, Nâzım’ı yitirişimizin üzerinden 43 yıl geçti. Fakat Nâzım’ın çilesi hâlâ sürüyor. Kurtuluş Savaşı’na yaptıkları ihanetleri nedeniyle sürgüne gönderilen 150’likleri bile affeden bu ulusun temsilcileri Kurtuluş Savaşı’na katılan, onun destanını en güzel şekilde yazan bu devrimci ve yurtsever şaire ulusun iradesinin tersine bir tutumla Türk yurttaşlığını bile çok gördü. Vatan hasretiyle gözlerini kapattı bu dünyaya Nâzım. Belki de çektiği en büyük çile buydu, belki de tek istediği yalnızca bir kasketti memleket işi.
Nâzım Hikmet’i yıllardır tarihi çarpıtarak suçluyorlar. Nâzım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı sırasında hiçbir etkinliğinin olmadığını, bir hain olduğunu, askeri isyana teşvik ettiğini, aslında Nâzım’ın Türk olmadığını yıllardır anlatıp duruyorlar. Oysaki gerçek tarih bunun tam aksini söylüyor. Nesnel bir gözle tarihi inceleyen herkes, bu gerçeğin farkına çok rahat varacaktır.
1902’de Selanik’te bir paşa torunu olarak dünyaya gelmişti Nâzım. Dedesi Mehmet Nâzım tam bir yurtseverdi; tıpkı torunu gibi. Mersin Mutasarrıfı olan dedesi, bir Türk’ü öldüren küstah İngiliz’i hapse atmıştı. İngiliz donanması eğer katil İngiliz serbest bırakılmazsa tüm kenti topa tutacaklarını söylemiş, Nâzım’ın dedesi de bunun üzerine kentteki tüm İngilizleri rehin almış ve İngiliz donanmasının kenti bombalaması halinde tüm rehineleri idam ettireceğini söylemişti. Çaresiz olan İngilizler Abdülhamit’e başvurmuşlar ama Abdülhamit’ten buyruk gelene kadar Nâzım Paşa, İngiliz’i çoktan cellada teslim etmişti. Abdülhamit bunu unutmadı ve Mehmet Nâzım Paşa’nın bundan sonraki yaşamı sürgünlerde geçti. Suçu gerçekten çok büyüktü! Türk’ü insan yerine koymayan bir İngiliz’i Sultan’ın buyruğunu beklemeden idam ettirmişti. Torununun yazgısı ise bundan çok daha kötü olacaktı.
Nâzım’ın Donanma’dan atılması
Onun bir subay adayı olarak başladığı Donanma, daha sonra ömrünün büyük bir bölümünü haksız olarak hapislerde geçirmesine de neden olacaktır.
Haksızlığa, adaletsizliğe olan başkaldırısı, onun Donanma’dan atılmasına neden olur. 1920 yılında tüm İstanbul yabancı güçlerin işgali altındadır. Atatürk’ün dediği gibi tüm ordular terhis edilmiş, silahlar ordunun elinden alınmıştır. Nâzım’ın içi içini yemektedir. Hiçbir şey yapmadan beklemek ve silahları düşmana teslim etmek Nâzım’ın içinde fırtınalara yol açmaktadır. Sırf işgal kuvvetlerinin askerlerine rastladığında selam vermemek için, hergün ara sokaklardan yol almakatadır. Bir gün üst rütbeli subaylardan biri, arkadaşı olan Teğmen Cevat’ı haksız yere nezarethaneye yollamaya kalkar. Nâzım dayanamayıp subaya patlar:
“Silahını düşmana teslim etmiş bir subayın, başkalarını tevkif etmeye hakkı yoktur!”
Herkes donakalmış Nâzım’a bakmaktadır. Bu itaatsizliğin cezası kesinlikle askeri mahkemedir çünkü. Nâzım ise hiçbir şeye aldırmadan konuşması sürdürür:
“Nezarethaneye teğmen değil, siz gideceksiniz!”
Ve Nâzım subayın ellerini bağlayıp yollar.
Nâzım Hikmet ve Kurtuluş Savaşı
Bu Nâzım için askerlik yaşamının sonu olur. Zaten yakalandığı zatülcenp hastalığından dolayı çürük sayılmaktadır. Bu olay da Donanma’dan atılmasını kolaylaştırmış olur.
Nâzım Donanma’dan atılır ama yıllar sonra Donanma ile bir davada, sahte bir ihbar nedeniyle 28 yıl ceza alacaktır.
Donanmadan atılan Nâzım Hikmet silahını düşmana teslim etmemiş olan Kuvayı Milliyecilerin safında çarpışmaya karar verir. Ve Alemdar gazetesinde şiirler yazmaya başlar:
“Öteki kolu da kes, öteki kolu da kes!
Bıraktığı baltayı cellat alırken yerden
meydana gölgelerle yakınlaşan günlerden
haykırdı bir büyük şanlı mazinin yadı
birden balta esirin elinde parıldadı!”
Tüm Türk Ulusu’nu işgalcilere karşı savaşmaya çağıran bu şiir İngilizleri dehşete düşürür. Hükümetin kontrolünde bir gazetede böyle bir şiiri yazmaya kim cesaret edebilir? Nâzım ise hiç ara vermeden emperyalizme darbe vurmayı sürdürmektedir:
“Her şaha kalktıkça atlarımız, bir asi köleniz geberecektir”
Yunanlıları geberecek olan asi köleler olarak göstermesi yüzünden Nâzım Hikmet İngilizler için tehlikeli kabul edilmiş, Nâzım Hikmet’e İstanbul’dan ayrılmaktan başka bir çare kalmamıştır. İngilizler artık tutuklamak üzere Nâzım’ı aramaya başlamışlardır. Kuvayı Millliyeci bir komiser sahte bir ad altında Nâzım için geçiş belgesi düzenler ve Nâzım, Kuvayı Milliye’nin isteği üzerine İnebolu’ya doğru yola çıkar. Oradan sonraki durak ise Milli Mücadele’nin merkezi olan Ankara olacaktır.
Ankara’da da Nâzım Hikmet kendisine verilen görev üzerine İstanbul’da bulunan Türk gençlerini Kuvayı Milliye saflarına davet eden bir şiir yazar:
“Gel ey imanlı gençlik, gel ey beklenen gençlik
Gel ki Anadolu’da senin bükülmez, çelik
İmanına, azmine ümit bağlayanlar var.
…..
O satılmış vezire, o satılmış hünkâra
O satılmış kullara siz de mi katıldınız?
Siz de mi satıldınız, siz de mi satıldınız?”
Şiir beklenenden daha büyük bir ilgi ile tüm İstanbul’da büyük yankılar uyandırır. Ankara’ya kurtuluş mücadelesine katılmak için birçok gencin yanı şairler ve yazarlar da gelir.
İsmet Paşa’nın Yunanlılar karşısında yenilgiye uğrayıp geri çekildiğini haber alan Nâzım Hikmet gönüllü olarak cepheye gitmek için elinden gelen gayreti göstermişse de, Kuvayı Milliye yöneticileri onun öğretmen olarak çok daha faydalı olacağını düşündüklerinden cepheye göndermezler ve Nazım’ın Kurtuluş Savaşı sırasındaki yaşamı öğretmen olarak sürer.
Görüleceği üzere Nâzım Hikmet her Türk genci gibi kendisine verilen görevi yapmış, Kurtuluş Savaşı’na katılmış, binlerce gencin Kuvayı Milliye saflarına katılmasını sağlamıştır.
Nazım Hikmet ve sahte adalet
Nâzım hakkında yanlış bilinen ikinci nokta ise askeri ve Donanma’yı isyana teşvik ettiği için hakkında açılan iki davadır. Ortada elle tutulur hiçbir kanıt olmadığı, tüm tanık beyanlarının Nâzım Hikmet’in suçsuz olduğunu onaylamasına karşın yıllarca hapis yatar Nâzım Hikmet.
Nâzım Hikmet’in hapse girmesinin altındaki gerçek nedeni ise İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Alman faşizminin etkisi altına girmiş olan zamanın hükümetinin, askeri erkanının, sırf ideolojisinden dolayı Nâzım Hikmet’i hapse atmasıdır.
İddianame ve kanıtlar ise bugün herkesi güldürecek kadar komik, ama aynı zamanda bir vatan şairinin en verimli yıllarını çalacak kadar da trajiktir.
“Ömer Deniz adındaki bir askeri öğrenci 1937 senesinde komünizmin öncüsü olarak tanıdığı ve fikirlerinden ilham aldığı Nâzım Hikmet’i İpek Sineması holünde görmüş, kendisini tanıtmış, Harp Okulu’ndaki fikir ve mesai arkadaşlarının mevcudiyetinden ve kendisine karşı duyduğu hayranlıktan bahsetmiş.
Aradan dört ay geçtikten sonra bir bayram arifesinde Ömer Deniz okuldan izinsiz savuşmuş, İstanbul’a gitmiş, Nâzım Hikmet’i evinde ziyaret etmiş, kendisine arkadaşlarının sempatisinden ve faaliyetlerinden bahsetmiş, Nâzım Hikmet de komünizmin Ordu’da ne suretle yayılması lazım geleceği hakkında kendisine direktifler vermiş….”
Kanıt olarak sunulanlar ise tam bir komediydi. Öğrencilerin dolaplarında bulunan Nâzım Hikmet kitapları! Oysaki bu kitaplar tüm kitapçılarda serbestçe satılıyordu. İsteyen herkes bu kitapları rahatça alıp okuyabilirdi.
Mahkeme safhasında ise zaten, Ömer Deniz, verdiği ifadelerin kendisinden zorla alındığını ve gerçeği yansıtmadığını anlatacaktır. Fakat mahkeme bunları dikkate almayacak, komünistlikten sabıkalı şair, Mareşal’den gelen emir yüzünden 2 davadan toplam 28 yıl hapse çarptırılacaktı.
Oysaki Nâzım Hikmet değil sanık olan 29 kişiyi, Ömer Deniz’i bile doğru dürüst tanımıyordu. Yalnızca iki kez görmüş ve ikisinde de konuşmaları on dakikayı aşmamıştı. Üstelik Nâzım Hikmet, Ömer Deniz’in polis olduğunu düşünmüş ve emniyeti arayarak peşine Harp Okulu öğrencisi kılığında polisler takmamasını istemişti. İkinci sefer ise Nâzım Hikmet, okuldaki arkadaşlarına hava atmak ve ünlü şair Nâzım Hikmet’i tanıdığını söylemek için evine kendinden habersiz gelen Ömer Deniz’e Atatürk’ün Altı Ok’unu iyice öğrenmesini söyleyecekti.
Hukukun temel bir kuralı vardır: Kanunsuz ceza olmaz. Oysaki Nâzım’ın yargılandığı tarihte Askeri Ceza Kanunu’nda komünizm propagandası yapmanın suç olduğuna ilişkin hiçbir madde bulunmuyordu. Yani Nâzım Hikmet komünizm propagandası bile yapsa bile, yasada buna ilişkin bir ceza maddesi bulunmadığından ceza alamazdı. Bundan dolayı ceza verebilmek için “askeri isyana teşvik” maddesine sığınmak zorunda kaldılar. Daha sonra da bu yaptıklarının farkına vararak alelacele bir yasa çıkardılar. Yıllar sonra ise vicadan muhasebesi yapan Temyiz Başsavcısı F. Karaoğlan, “Bir hakim olarak memleketimizde bana en büyük ıstırabı veren hadise Nâzım’ın hiçbir delile, hiçbir kanun hükmüne dayanılmaksızın 28 yıl hapse mahkum edilmesidir” diyecektir.
Kısacası Nâzım yıllar boyunca haksızlığa uğramış, yüreği vatan sevgisiyle dolu olmasına karşın zorunlu olarak, Sabahattin Ali’nin sonuna uğramamak için bu memleketten kaçmak zorunda bırakılmıştır. Bugün Galiyev’lerin, Rıskulov’ların niçin kurşuna dizildiğini biliyorsak, ileride Nâzım’ın memleketini ne denli sevdiğini de herkes anlayacaktır.