Gerçeklik Terapisi
Bu terapi William Glasser adında bir psikiyatrist tarafından ortaya atılmıştır. Glasser gerçeklik terapisini şöyle tanımlar: Bireyin kendi davranışının sorumluluğunu bireye yükleme. Bu da ruh sağlığına eşittir. Terapi danışanların amaçlarına ulaşmada başarılı olabilmeleri için onların daha gerçekçi ve daha sorumlu olabilecekleri şekilde eğitim vermektir.Gerçeklik Terapisi
Kimlik kazanmaya çalışan insanlar,
Duygusal problemleri olan insanlar,
Davranışsal problemleri olan insanlar ile ilgilenir.
Glasser geleneksel yaklaşımlar ve gerçeklik terapisi arasındaki farkları şu şekilde belirtmiştir:
G. Terapisinde danışana hasta gözüyle bakılmaz ve danışan geçmişte olanlara rağmen o andaki davranış ve tutumlarını değiştiren kişi olarak algılamaya güdülenir. Gerilimle baş edebilmek için danışanın kendi yeteneği güçlendirilmeye çalışılır.
G. Terapisinde danışman danışanın hayatında önemli bir varlık haline geldiği kişisel yakın ilişki üzerinde durur. Bu tip ilgi terapi için gereklidir.
G Terapisinde bilinçaltı güdülenmenin varlığı yadsınmaz ancak davranışların nedeninin araştırılmasının değişme getirmeyeceği vurgulanır.
G. Terapisinde terapi toplumun ahlak kurallarına dayanır. Danışan yaşamındaki önemli kişilerin uyarıları olmadan kendi davranışını ahlak açısından değerlendiremez ve değişemez.
Terapist öğretmen rolümdedir ve danışanın daha iyi davranması için yollar önerir ve onunla gerçekten derin bir ilgiyle ilgilendiğini belli eder.
TEMEL KAVRAMLAR
Kimlik: Bu terapiye göre tüm insanların tek bir temel gereksinimi vardır: kimlik gereksinimi. Kimlik dünyadaki diğer varlıklardan farklı ve ayrı olduğumuzu hissetme gereksinimidir. Başarılı kimlik gereksinimi sağlıklılık ve gelişme gücü olarak ele alınır ve insanın doğasının sosyalliğe dayandığı üzerinde durulur.Katılım: Katılım gereksinimi insanın sinir sistemine yerleşmiştir. Sinir sisteminde insanın başkalarına katılması için onu cesaretlendiren bir acı söz konusudur. Bu acı insanları katılmaya yöneltir. İlkel toplumlardaki atalarımızdan bize gelen katılım gereksinimi günümüzde dostlarıyla birlikte olma gereksinimine dönüşmüştür.
Sevgi ve değerli olma: Glasser iki temel gereksinimden bahseder, bunlar: Sevme ve sevilme gereksinimi, kendimizin ve başkalarının değerli olduğunu hissetme gereksinimidir. İnsanlar kendilerini değerli hissetmek için buna katkıda bulunacak bir iş yapmak ve başkalarının da bunu yapmasına yardımcı olmak durumundadırlar. Bu yolda başarısızlığa uğramanın sonucu yalnızlık, acı ve başarısız kimliktir.
Sorumluluk: Sorumluluk, bir kimsenin kendi gereksinimlerini başkalarını da kendi gereksinimlerini karşılama yeteneğinden mahrum bırakmayacak şekilde karşılama yeteneğidir. Sorumluluk bir araya geldiklerinde başarılı kimliği oluşturan sevgi ve değere sahip olmaktır. Glasser, semptomların kişinin geçmişinden dolayı değil şu andaki yalnızlık ve başarısızlığından dolayı ortaya çıktığına inanmaktadır. Sorumlu bir davranışla gereksinimler başarılı bir şekilde karşılandığında semptomların ortadan kalkacağı düşünülür.
Gerçeklik: Gerçeklik terapisinin amacı yalnızca insanları gerçeklerle yüz yüze getirmeye çalışmak değil, aynı zamanda bu çerçeve içinde gereksinimlerini karşılayabilecek hale gelmelerine yardım etmektir.
Glasserin gerçeklik terapisinde yer alan dörtlü zinciri: Gerçekle yüz yüze gelmek ®sorumlu davranış®sevgi ve değer (katılım) ®başarılı kimlik. Gerçeği inkar etmek®sorumsuz davranış®yalnızlık ve acı (katılımın yokluğu)®başarısız.
Zincirin ilk halkasındaki gerçekle yüz yüze gelmek veya gerçeği inkar etmek başarılı veya başarısız kimliğin oluşmasındaki en kritik basamaktır.
Kazanım: Kişiliğin oluşumu ve sorumluluğun gelişimi.
Kimliğin kaynağı: Kişinin kim olduğunu aydınlığa kavuşturacak kaynaklar şunlardır:
Kişi sevdiği kişilerle ilişki kurmaya ve onlarla bir arada olmaya eğilimlidir. Hoşlanmadığı insanları reddeder.
Kişi zamanını ve enerjisini bazı konuları düşünmeye ve değerlendirmeye çalışarak kimlik kazanmaya çalışır.
Kriz durumlarındaki davranışlar kişi hakkında bilgi verir.
Kişi kimliğine ilişkin geribildirimlerden ve yansıtmalardan bilgi edinir ve öğrenir.
İnançlar ve değerler, felsefe kimliğe katkıda bulunur.
Başkalarına göre sosyo-ekonomik statü de belirleyicidir.
Fiziksel yapı ve imaj da kimlik oluşumuna yardımcı olur.
Birey 4-5 yaşlarında iken geliştirdiği becerilerine bakarak başarısız kimlik geliştirmeye başlayabilir. Ancak pek çok çocuk bu yaştan önce kendini başarılı hisseder. Ve bir kez kendini başarılı veya başarısız olarak tanımladıktan sonra benzer kimliklerle birleşmeye başlarlar ve böylece oluşan gruplar giderek kutuplaşır.
Ebeveynlerin katılımı: Glassere göre sorumluluğun öğretilmesi en önemli görevdir. Burada önemli olan çocukların sevgi, destek, sıcak ilişkiler kurma gereksinimlerinin ebeveynlerce doğru şekilde karşılanması gerekliliğidir. Ebeveyn çocuğa model olabilmeli ve tutarlı bir disiplin anlayışıyla yaklaşmalıdır. Çocukla konuşmak için zaman ayırmalı, tartışmalı ve dinlemeli, sosyal katılımlara girebilmesi için çocuğa destek vermelidir. Glassere göre aile gerçek yaşamdaki gereksinimlerin nasıl karşılanacağının öğrenildiği yerdir.
Okulun katılımı: Okula başlamış pek çok çocuk başarısız kimlik oluşturmaya başlamış olabilir. Bazıları da başarılı kimliğini sürdürmek için çaba sarf ediyor olabilir. Burada öğretmenin tutumu çok önemli bir konumdadır. 10 yaşına kadar olan dönemde okulda başarısızlık yaşayan bir çocuk güvenini yitirecektir.
Glasser ilkokullarda yapılacak bazı işlerin çocukların sorumluluk almalarına yardımcı olacağını savunur:
Hatırlama yerine; düşünme ve problem çözmeye odaklaşmak,
Çocukların okulda öğrendikleri ve dışarıda yaşadıklarının birbiriyle ilgili olması,
Çocuğun karar vermeyi ve plan yapmayı öğrenmesi,
Okuma-yazma ve konuşma gibi iletişim becerilerine birincil derecede önem verilmesi,
Çocukların yalnızca yaş bakımından gruplandırıldığı homojen grupların oluşturulması,
Etiketleme ya da puan sistemi kullanma yerine çocukların nerede yardıma ihtiyaç duyduklarını anlamak ve çalışmalarını sağlamak,
Öğretmen liderliğinde çocuklar için neyin iyi ve önemli olduğu konusunda yargılayıcı olmayan tartışmalar düzenlemek.
Glasserin okulla ilgili düşünceleri kişisel sorumluluk kavr***** dayanır. Uygun olmayan ev koşulları, düşük sosyo-ekonomik konum gibi olumsuz faktörlerin etkilerinin okulda azaltılabileceğine inanır.
Başarısız Kimliğin Sürdürülmesi: Glasser, kimliklerinin başarılı ve başarısız oluşuna göre iki tip toplum tanımlar. Bunlardan birincisi kendini başarısız olarak belirleyen, katılıma yönelik olmayan yollarla acısını hafifletmeye çalışan toplumdur. Diğeri ise kendini başarılı olarak belirleyen ve katılmaktan zevk alan başarılı toplumdur. Glasser. Psikolojik veya psikosomatik tüm semptomların, düşmanca, saldırgan, mantıksız davranışların hepsinin kişisel başarısızlığın ve yalnızlığın ürünü olduğunu düşünür. Sorumsuz birey gerçeği reddederek dünyayı içinde rahat edeceği hale getirir ve başarısız kimliğini sürdürür.
Başarısız Kimliğin Değişmesi: Gerçeklik terapisinin amacı; danışanın gerçekçi olarak ve sorumlu davranarak sevgi ve değer gereksinimlerini karşılayabilmesine dayalı başarılı bir kimlik kazanmasıdır. Buna göre terapi de bir eğitim ve yetiştirme durumudur.
Başarılı bir gerçeklik terapisti olmak için:
Terapistin kendisi oldukça sorumlu bir insan olmalıdır ve gerçeklik bağlamı içinde kendi ihtiyaçlarını karşılayabiliyor olmalıdır.
Danışanların kendi sorumsuzluklarına terapisti katmak için yapacakları davranışlara karşı durabilecek güçlü ve tutarlı bir insan olmalıdır.
Danışanların acı ve yalnızlık duygularını anlamalı ve onları kabullenmelidir.
Danışanları ve onların sorumsuz davranışlarını hissedebilme kapasitesine sahip olmalıdır.
GERÇEKLİK TERAPİSİNİN İLKELERİ
Katılım,Şu andaki davranışa odaklanma,
Davranışı değerlendirme,
Sorumlu davranışı planlama,
Kendini adama,
Bahane bulmama,
Cezalandırmama.
Başarılı Bir Kimliği Kazanmanın Unsurları
Yaşadığı dünyanın gerçeğini inkar ya da göz ardı etmemek,
Kendi davranışının sorumluluğunu kabul etmek,
Plan yapmak ve gerçekleştirmede sorumlu davranmak,
Başkalarını sevmek ve onlara katılmak, kendini başkalarına vermek ve karşılığında sevilmek,
Kendine ve başkalarına yararlı etkinliklere katılmak,
Standartlara uygun etik davranışlar içeren bir şekilde yaşamak.
Adams'ın Denklik Teorisi
Motivasyon konusunda ortaya atılan süreç teorilerinden (process theories) olan Adams'ın (1963) teorisi (Adams Equity Theory) Festinger'den hareketle üretilen denge teorilerine dayanmaktadır. Burada, bireyin belirli bir davranışı yapması için, psikolojik gerilim durumunu giderme eğilimi esas alınır. Adams'a göre bireyler, genel olarak bir denklik durumu ararlar, daha açıkçası, örgüt içinde takas ilişkilerinde diğerleriyle karşılaştırıldığında adil ya da hakkaniyetli bir muamele gördükleri duygusu taşımaları önemlidir. Bu açıdan girdi-çıktı hesabı yaparlar.Girdiler, bireyin örgüte katkılarıdır (formasyonu, verimi, ustalığı, vb.), çıktılar ise örgütün ona verdikleridir (ücret, prim, mesleğinde ilerleme, saygınlık, vb.). Adams'ın teorisinde girdi-çıktı oranının dengeli olduğu durumda, bireyin harekete geçme yönünde güdülü olmadığı, dengesizlik durumunda ise hareket için motivasyona sahip olduğu varsayılmaktadır.
Adams'ın teorisi, çoğu kez endüstriyel alanda örgütlerde uygulanmakla birlikte, tüm takas durumlarına uygulanmaya uygun genel bir teori olarak değerlendirilmektedir. Takas teorilerinin genellikle iddia ettiği gibi, öğretmen ve Öğrenci, kadın ve erkek, ana-baba ve çocuk, iki arkadaş söz konusu olduğunda bile, kişiler arası ilişkilerde verilenler ile alınanlar, kayıplar ve kazançlar arasında bir kıyaslama yapılmaktadır.
Adams denksizliğin (az veya çok ödüllendirilme gibi) rahatsızlık verici bir duygu meydana getirdiğini, Festinger anlamında bir tür bilişsel gerilim yarattığını ve denkliği oluşturma yönünde tepkilere (katkılarını artırmak veya azaltmak, kazançlarını artırmaya çalışmak, bilişsel çarpıtmalara, yanlılıklara girerek değerlendirmelerini değiştirmek, kıyas çerçevesini değiştirmek, vb.) ya da yol açtığını öne sürmektedir.
Alan Teorisi
Alan teorisi (fıeld teory), sosyal psikolojinin önemli figürlerinden biri olan Kurt Lewin tarafından ortaya atılmıştır. Lewin, fiziksel alan kavramını (manyetik alan, çekim alanı, vb.), psikolojiye taşıyarak, birbiriyle karşılıklı bağımlı olan ve dinamik bir sistem oluşturan psişik süreçler bütününü ifade eden psikolojik alan kavramını geliştirmiştir. Psikolojik alan, belirli bir anda belirli bir birey veya grup için söz konusudur ve bu birey veya grubun davranışlarını etkileyen temel dinamiktir. Psikolojik alanın öğeleri, yaşam alanı, çevre ve kişi olarak ayırdedilebilir.Alan teorisi, dar anlamda bir teori olmaktan ziyade, geştaltçı bir perspektiften, nedensel ilişkilerin analizine ve teorik kavramların ve hipotezlerin oluşturulmasına uygun bir yöntemdir. Yaşam alanı ile davranışı etkileyen güçler (gerilimler, değerler, enerji, vb.) karşılıklı bağımlılık içinde bulunurlar. Birey veya grup, birbiriyle karşılıklı etkileşen bu öğelerin dinamik bir bütünüdür.
Alderfer Motivasyon Teorisi
Bu teori, motivasyon konusunda ortaya atılan içerik teorilerinden biridir. Motivasyonu, ihtiyaçlara sıkıdan bağlı gören Alderfer (1969), üç grup ihtiyaç ayırdeder: Varoluşsal ihtiyaçlar (maddi ve fizyolojik plandaki temel ihtiyaçlar; beslenme, ücret, iş koşullan, vb. tarafından doyurulan ihtiyaçlar); sosyallik ihtiyaçları (anlamlı sosyal ilişkiler kurulmasıyla doyurulan ihtiyaçlar; sosyal onay ve saygınlık ihtiyacı, vb.); gelişme ihtiyaçları (bireyin potansiyelini gerçekleştirmesiyle ilgili ihtiyaçlar). Tüm ihtiyaçlar aynı bir çizgi (continuum) üzerindeyer alırlar. Söz konusu ihtiyaçlar arasında katı bir hiyerarşik düzen yoktur; bireyler, ihtiyaç kategorileri arasında ileri veya geriye giderek enerjilerini çeşitli ihtiyaçların doyurulması yönünde kullanabilir.
Aşılama Teorisi
Tutum değişimi ve propaganda alanında McGuire (1964) tarafından ortaya atılan bir teoridir. Tek yönlü iletişime kıyasla, çift yönlü iletişimin daha etkili olduğu yönündeki araştırma sonuçlarına dayanan bu teori, hastalıklara karşı insan vücudunun direncini artırmak için bir miktar zayıflatılmış mikrop zerk etmenin yararlı olduğu şeklindeki biyolojik bir olgudan yola çıkmaktadır.1950'lerde Kore'de esir düşen Amerikan askerlerine uygulanan beyin yıkama tekniklerinin etkililiğini gözleyen McGuire, insanları propaganda amaçlı iknaya karşı daha dirençli kılmanın yollarını araştırmıştır. McGuire, ikna amaçlı mesajlara karşı iki savunma tarzı ayırtetmiştir:
Bunlardan birincisi, kişinin önceki görüşlerinin yeni argümanlarla desteklenmesine dayalı destekleyici savunmadır (supportive defense). İkincisi ise kişiye, karşı görüşün (kolayca başa çıkılabilecek ölçü veya nitelikteki) argümanlarının verilmesine dayanan aşılama yoluyla savunmadır (inoculation defense).
Burada propagandaya hedef bireyleri, aykırı görüşlere karşı aşılamanın mümkün olduğu inancıyla, yukarda değinilen biyolojik olgu, psiko-sosyal alana aktarılmaktadır. Buna göre bir miktar karşı propaganda, alıcı bireyi, daha sonra maruz kalabileceği karşıt etkilere bağışık kılacaktır.
Atıf Teorileri
Çeşitli yazarlar tarafından atıflar konusunda ortaya atılan teorik yaklaşımlar bazı bakımlardan farklılaşmaktadır. Bu hususa dikkat çeken Kelley ve Michela (1980), söz konusu yaklaşımları iki gruba ayırmışlardır: Atıf teorileri ve atıfsal teoriler.Atıf teorileri (aitribuıion theory), insanların diğerlerinin veya kendilerinin davranışlarım açıklarken hangi mekanizmalara göre atıflar yaptıklarını ortaya koymaya çalışan teorilerdir (Jones ve Davis, 1965; Bem, 1972; Kelley, 1967, vb.).
Buna karşılık atıfsal teoriler (attributionnel theory) atıfların, bilişsel, duygusal ve davranışsal planlardaki etki ya da sonuçlarını açıklamayı amaçlayan teorilerdir (Weiner, 1979; Schachter, 1964; Abramson, Seligman ve Teasdale, 1978). Ancak, bu ince ayrım çok da manidar görünmemektedir.
Bağlanma Teorisi
Kişiler arası çekim ve ilişkilerin dinamiği konusunda ortaya atılan teorilerden biri olan bağlanma teorisi (attachment theory), anneye veya rahatlatıcı bir başka figüre bağlanmanın, çocuğun yaşamını sürdürmesinde önemli bir işlevi olduğunu savunmaktadır. Bu yaklaşımdaki sosyal psikologlara göre (Bowlby, Ainsworth, vb.), bazı kişilerle sıcak-yakın ilişki ihtiyacı, insan doğasının temel bir boyutudur. Zira, hem insan, hem de primatlarda gözlenen bağlanma ihtiyacı, yeni doğmuş çocuğu çevresel tehlikelerden korumaya yönelik bio-sosyal bir süreçtir.Anne-çocuk ilişkisinde yaygın inanç, annenin çocuğuna karşı özverili, dikkatli, her an yardıma koşmaya hazır olduğu şeklindedir. Ancak Ainsworth ve ark. (1978), çocuk-anne ilişkisinde arasında üç farklı bağlanma stili ve dolayısıyla üç farklı ilişki tipi ayırtetmişlerdir:
Birinci tip, yaygın inanca uygundur, çocuk, annesini çevreyle ilişkisinde güven verici bir dayanak olarak kullanmaktadır ve 'güvenli çocuk' tipini yansıtmaktadır. İkinci tipte, anne mesafeli durmakta, çocuğun kendine yaklaşma çabalarını reddetmekte ve bunun sonucunda 'kaçınan çocuk' tipi belirmektedir. Üçüncü tipte anne, çocuğun isteklerine cevap vermede geç kalmakta veya belirsiz/istikrarsız tepkiler göstermekte ve bunun sonucunda, 'kaygılı çocuk' tipi ortaya çıkmaktadır.
Beliren Norm Teorisi
Beliren norm teorisi (emergent norm theory), kolektif davranışların açıklanmasını konu almaktadır. Le Bön tarafından sosyal bulaşma ve kolektif histeri terimleriyle açıklanan kitle psikolojisinde önemli bir adım sayılabilecek bu yaklaşım Turner ve Killian (1957) tarafından geliştirilmiştir.Bu teoriye göre, kitlelerin homojenliği iddiası bir illüzyondur; kitleler, roller ve rol ilişkileri etrafında yapılanmıştır. Kolektif ruh veya grup ruhu denilen bir şeyin varlığı tartışmalıdır. Kitlenin hareketini yöneten birtakım özgül ilkeler vardır. Kitle düzeyinde düzenlilikler görülmektedir ve bazı genellemeler yapılabilir. Kitlenin davranışlarında salt duygusallık veya akıldışılık egemen değildir.
Kitlede bir tek biçimlilik ve dolayısıyla güdülerde benzerlik olduğunu varsayan yaklaşımların aksine, burada, kitle içinde farklı kişiler ve güdüler bulunduğu öne sürülür; örneğin bir doğal afet veya felaket durumunda oluşan kitle içinde, beş grup insan ayırtedilebilir: Felaketle doğrudan ilgili olanlar (angajman düzeyi yüksek), olaydan dolaylı olarak etkilenen kaygılı kişiler (bölgede yakınları olanlar, komşular), yardımcılar / gönüllüler, seyirciler/meraklılar ve nihayet fırsatçılar (çıkar güdenler).
Bilişsel Çelişki Teorisi
1950'li yıllarda Festinger (1957) tarafından geliştirilen bu teori, bilişsel harmoniyi konu almaktadır ve insanların, bilişsel planda çelişki yaratan biliş, duygu ve davranışlardan kaçındıklarını, biliş öğeleri arasında bir tutarlılık oluşturmaya ve mevcut tutarlılığı korumaya çaba harcadıklarını ön görmektedir.Bilişsel çelişki, günlük hayatımızda oldukça sık karşılaştığımız bir olgudur. Davranışlarımız, çoğu kez bir şekilde davranmamızı ve bir başka şekilde davranmamamızı gerektiren bir takım dış talep, emir veya zorlamalara bağlıdır. Oysa, genelde düşünce ve kanaatlerimize göre davrandığımıza, kendimizle tutarlı olduğumuza inanırız.
Davranışlarımız, hareketlerimiz, eylemlerimiz ile tutumlarımız, görüşlerimiz, ideolojimiz arasında bir tutarlılık ararız. Bu nedenledir ki, genellikle bir mesleği seçenler, meslekleri hakkında olumlu görüş taşırlar; bir kurum veya iş yerindeki mevkimiz ile iş yerimiz hakkındaki görüşümüz arasında bir ilişki vardır, örneğin hiyerarşik konumumuz yükseldikçe, nispeten daha olumlu düşünürüz ("Taç giyen baş akıllanır" sözü, bu çerçevede değerlendirilebilir).
Tutarlılık teorisyenlerine göre bilişsel öğelerin çelişkisi, insanların kaçındığı, istemediği bir durumdur. Dolayısıyla, insanın temel eğilimi bilişsel tutarlılığı olabildiğince sağlamak ve korumaktır. Tutarsızlık, bilişsel öğelerin birinde veya diğerinde değişimi güdüleyen bir nitelik taşımaktadır.
Bu temel görüşler, denge, uygunluk ve bilişsel çelişki terimleriyle anılan çeşitli tutarlılık teorilerinde az çok ortak olan bir kuramsal çerçeve oluşturmaktadır. Bilişsel çelişki teorisi, kognitif çelişkiye bir motivasyon gücü atfederek onu bir güdü, bir gerilim durumu olarak görmektedir: Bu güdü, insanları, çelişkiyi azaltma, indirgeme yönünde davranışlara itmektedir.
Çelişkinin azaltılması çeşitli yollardan sağlanmaktadır. Bunun için ilk yol, çelişen öğe sayısını azaltmak veya uyuşan öğe sayısını artırmaktır. İkinci yol, uyuşan öğelerin önemini artırırken çelişen öğelerinkini azaltmaktır. Üçüncü yol, bu iki yolu birlikte kullanmak olabilir. Çelişkiyi azaltmanın yollarından hangisinin seçileceği sorunu, çeşitli etmenlere bağlıdır.
Her şeyden önce bireyin realist tutumu ve çevreye başarılı bir uyum, gerçeklik hakkında doğru bir şekilde değerlendirme yapmayı gerektirmektedir. Herhangi bir bilişsel öğe, gerçekliğin doğru bir yansıması olduğunda, gerçekliği değiştirmeksizin, bu gerçekliğe tekabül eden bilişsel öğeyi değiştirmek zorlaşmaktadır.
Ancak, diğer pek çok teorisyen gibi, Festinger de fiziksel ve sosyal gerçeklikleri ayırtetmektedir. Bu ayrım, emprik yollarla tahkik edilebilen veya sosyal uzlaşmalara dayanan gerçeklikler şeklinde de ifade edilebilir. Bu açıdan bakılırsa, çelişkinin kaynağı olan davranışların değiştirilmesi zor veya kolay olabilmektedir. Çelişkiye yol açan bilişsel Öğeler, bireyin davranışıyla ilgiliyse, bilişsel tutarlılık, davranışların değiştirilmesi yoluyla gerçekleştirilmektedir.
Çelişkinin kaynağı dış dünya ise, bilişsel öğeyi değiştirmek için dış dünyayı değiştirmek gerekmektedir. Ancak, fiziksel gerçeklik söz konusu olduğunda bu, genellikle imkansızdır; dolayısıyla fiziksel gerçekliğe tekabül eden bilişsel öğe de, değişmeye karşı direnecektir.
Bu durumda, çelişkiyi azaltmak, diğer öğeler üzerinde oynamayı gerektirmektedir. Fakat fiziksel gerçeklik yerine, sosyal gerçeklik söz konusu olduğunda, örneğin çelişki, bireyin bağlandığı, örnek aldığı, özdeşleştiği kişilerin konsensüsünden ileri geliyorsa, bu konsensüsün değiştirilmesine çalışılabilir ya da bu kişi veya gruplar terk edilebilir.
Çelişkiyi azaltma yolları, aktif veya pasif bir tutum gerektirmesine göre farklılaştırılabilir. Çelişkiyi indirgemek için bireyler, pasif bir tutumla mevcut bilişsel öğeleri değiştiremez veya yenilerini ekleyemezlerse, tutarlılığı destekleyen ve bilişsel sonuçları olan davranışlara yönelmektedir. Yeni enformasyon arayışı, bu tür davranışların bir örneğidir.
Öte yandan çelişkiyi azaltma biçimleri, çelişki olgusunun özelliğine bağlı olabilir, bilişsel çelişki, bir kararın, bir girişimin, bir çabanın, bir emrivaki durumunun, grup etkileşiminin, diğerlerinin önünde kanaatlerinin aksi bir davranışta bulunmanın sonucunda oluşabilir.
Nihayet, bilişsel çelişki teorisi, insanların davranışlarını değiştirmek için, Öncelikle tutumlarının değiştirilmesini gerekli sayan yaygın görüşün aksine, insanların tutumlarını değiştirmenin yolunun, davranışlarını değiştirmekten geçtiğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda bilişsel çelişki teorisi, 'bilincin sosyal gerçekliği değil, sosyal gerçekliğin bilinci belirlediği' tezini sınıf bilinci (proleter bilinci) oluşumunun temeline koyan Marksist yaklaşımla paralellik göstermektedir.
Bilişsel Teori
Psikolojide bilişsel teori, davranışların açıklanmasında düşünce, beklenti, tutum, şema, prototip, temsil, atıf ve benzeri içsel süreçleri temel alan teorik bir perspektiftir. Bu yaklaşımın temel anlayışına göre insanlar çevrelerinde karşılaştıkları uyaranların algılanmasında ve yorumlanmasında aktiftirler.Bu başlık altında, birbirinden az çok farklı çeşitli model ve yaklaşımlar yer almaktadır. Bunlar arasında en önemlileri geştalt teori, fenomenoloji, alan teorisi, bilgi-işlem teorisi olarak belirtilebilir.
Bilişsel yaklaşım, bireylerin benzer uyaranlar karşısında farklı tepkilerini anlamamızı sağlamaktadır. Örneğin bir sınavdan aynı notu alan iki öğrenciden birinin hoşnut olması, diğerinin olmaması, notu veya uyaranın objektif özelliklerini dikkate alan yaklaşımlara göre anlaşılmaz bir tepki gibi görünmektedir; ancak bu olgu, sınav notunun bireyler tarafından algılanmasını ve sınavın bireyler için anlamını öne çıkaran bilişsel yaklaşım çerçevesinde rahatlıkla açıklanabilmektedir.
Bilişsel Tutarlılık Teorileri
Bilişsel tutarlılık (cognitive consistency) teorileri, bireylerin bilgileri, inançları, duyguları ve eylemleri arasında bir tutarlılık sağlama eğiliminde oldukları sayıltısından hareket eden teorilerdir. Bilişsel öğeler (inanç, değer, tutum veya davranışın bilişsel temsilleri) arasındaki tutarlılık, hem bireyin kendisi, hem de bireyler arası davranışlar arasındaki ilişkiler için söz konusu edilmektedir.Genel olarak bu teoriler tutarlılığın istenen bir durum olduğunu ve tutarsızlığın, bilişsel öğelerin birinde veya diğerindeki değişimi güdülediğini varsaymaktadır. Literatürde çok sayıda bilişsel tutarlılık teorisi bulunmakla birlikte, bunlar arasında en önemlileri 'denge teorisi' (balance theory; Heider, 1958), 'uygunluk teorisi' (congruity theory, Osgood ve Tannenbaum, 1955) ve 'bilişsel çelişki teorisi' (cognitive dissonance theory; Festinger, 1957) şeklinde belirtilebilir.
Denge Teorisi
Sosyal psikoloji literatüründe ilk tutarlılık teorileri arasında anılan ve Heider (1946, 1958) tarafından geliştirilen bu teoriye göre insanlar, diğerleriyle ilişkilerinde bilişlerinde ve duygularında dengeyi ararlar.Kişiler arası algıyı konu alan denge teorisi, fenomenolojik bir perspektiften, yani algılayan kişi açısından zihinsel öğeler arasındaki dengeli ve dengesiz durumları ortaya koymaktadır.
Teoride özellikle kişinin (k), diğer bir kişi (d) ve bir tutum objesi (o) arasındaki ilişkilerin olumlu (+) veya olumsuz (-) oluşlarına göre denge durumları irdelenmektedir. Örneğin birbirini seven iki arkadaş aynı bir tutum objesi hakkında olumlu tutuma sahipse (+ + +) veya olumsuz bir tutum taşıyorsa (+ - -) dengeli bir durum; biri olumlu diğeri olumsuz tutuma sahipse (++-) dengesiz bir durum söz konusudur.
Dil Edimleri Teorisi
Dil filozofu J. L. Austin tarafından ortaya atılan bu teori, sosyal bilimler literatüründe 'lengüistik dönemeç' olarak adlandırılan önemli bir kilometre taşı olmuştur. Austin'in ölümünden sonra yayınlanan (1962) 'How to do things with words' adlı kitabı, dil felsefesinde de önemli bir kitap olarak kabul edilmektedir. Austin, dildeki bazı ifadelerin özelliğine dikkati çekmekte ve iki tür ifade ayırdetmektedir: Saptayıcı ve performatif ifadeler.Birincisi doğru veya yanlış olarak değerlendirilebilen çeşitli betimsel ifadeleri kapsar. Örneğin 'dünya yuvarlaktır' veya 'dünya düzdür' veya 'kapı kapalı' gibi. İkinciler ise hiçbir özel enformasyon taşımayan, 'sana saatin kaç olduğunu soruyorum' veya 'kapıyı kapatmanı emrediyorum' gibi ifadelerdir.
Performatif ifadelerin bir kısmı bu örneklere kıyasla daha belirsizdir, durumun/ bağlamın dikkate alınmasını gerektirirler; örneğin bir yönetim kurulu toplantısında başkanın 'toplantı başladı' sözü performatif iken bu ifadeyi bir dış gözlemcinin toplantı hakkında söylemesi saptayıcıdır.
Austin her ifadenin arkasındaki edim türünün (üç farklı tip) dikkate alınması gerektiğini vurgular.
Performatİf ifadeler, enformasyon iletmez, bir şeyin durumunu betimlemez, fakat bir dil edimi (örneğin vaadde bulunma, isteme veya emretme edimi) gerçekleştirirler. Ancak tüm ifadeler, saptayıcı da olsalar, ifade edildikleri durumda dikkate alınırlarsa daima bir edim değeri taşırlar. Örneğin 'kapı kapalı' ifadesi, duruma göre, zımni olarak bir talep ('bana kapıyı açar mısın?'), öneri ('Burada yalnızız, ciddi olarak konuşalım') veya ikaz (beni rahatsız etmemen için uyarıyorum') değeri taşıyabilir.
Austin'in teorisi, dilin pozitivist analizinin eleştirisine bir katkı sayılmıştır. Zira bu teoriye göre pek çok cümle dil edimleri oluşturabilir; yanlış veya doğru olmaksızın bir işlev görebilir, söylemde bir anlam tipi araştırmayı başlatır; bu anlam, söylemin dediğiyle değil, yaptırttığıyla ilgilidir; bu, dilin pragmatik boyutudur.
Austin'in dil edimleri teorisi, daha sonra öğrencisi Searle tarafından geliştirilmiştir. Bazı yazarlar, dil edimleri teorisini, dil sosyal psikolojisinin temellerinden biri saymaktadır. Chabrol'un deyişiyle, "Dil sosyal psikolojisi, iletişimlerin incelenmesi ile etkileşimsel bir eylem teorisini birbirine eklemlemek suretiyle, sosyal gerçekliği oluşturan günlük etkileşimleri üreten ve yorumlayan sosyal aktörlerin iletişim kompetansının altında yatan bilişsel, dilsel ve sosyal ilkeleri, kuralları, prosedürleri, uzlaşmaları, normları ve stratejileri irdelemeyi konu alır".
Dilsel Uyum Teorisi
Dilsel uyum teorisi (Giles ve ark. 1973, 1987), dil davranışlarının farklılığını, bireylerin etnokültürel özellikleri farklı gruplara aidiyetine göre açıklayan teoridir. Buna göre bireyler grubun dilsel özelliklerine uyum (accommodation) gösterirler.Dil konusuna eğilen araştırmacılar, genellikle, dil sorunlarını kişiler arası iletişim olguları çerçevesinde ele almaktadır. Ancak gerçeklikte kişiler arası iletişim, özellikle çok kültürlü toplumlarda, kültürler arası veya gruplar arası (hatta aynı bir grup içindeki alt-gruplar arası) iletişimle iç içe bulunmaktadır. Dil kullanımları, bu tür gruplara ve durumlara göre farklılaşmaktadır.
Dilin öğrenilmesi ve kullanımı belirli kodlara göre gerçekleşmektedir. Sosyal kimlik büyük ölçüde grup temeline oturduğundan grup aidiyeti, gruba özgü bir dil kodunun kullanımına yol açmaktadır. Uygun dil kodunun kullanımı, grupla özdeşleşmenin aracı olmaktadır.
Kodların bulunmaması halinde, farklı stratejiler izlenmekte, örneğin muhatabıyla aynı dili konuşmaya çalışma (dilsel birleşme), muhatabından farklı dil kullanmaya yönelme (dilsel ayrışma) veya dil tutumunu değiştirmeme gibi.
Dilsel uyum teorisi, bu stratejilerden birinin veya diğerinin seçimini, olumlu sosyal kimlik yaratma, yani olumlu bir imaj yansıtma motivasyonuna dayandırmaktadır. Örneğin muhatabına yakınlaşma, onunla olumlu bir ilişki kurma isteği, genel olarak birleşici stratejiye; buna karşılık muhatabına karşı duyulan düşmanlık, çatışma ve çelişki durumları, dilsel ayrışmaya veya en azından dilini korumaya yol açmaktadır.
Engellenme-Saldırganlık
Psikanalizden esinlenen ve Dolard ve arkadaşları tarafından 1939'da ortaya atılan bu teorik yaklaşım (frustration-agression hypothesis), saldırgan davranışların temelinde bir engellenmenin bulunduğunu öne sürmektedir.Teorinin bu ilk versiyonunda, araçsal saldırganlık değil, düşmanca saldırganlık söz konusudur. Bu yaklaşımdaki araştırmacılara göre, saldırganlık, engellenmenin şiddetiyle orantılıdır. Engellenmeye tolerans eşiği, engellenme yaşantılarının birikimine bağlı olarak azalır.
Öte yandan, saldırganlık dışa vurulup ifade edildiğinde, yani saldırgan bir davranış yapıldığında, katartik bir etki uyandırabilir ve yeni saldırganlık eğilimine ket vurulması, saldırganlığın bastırılması sonucunu doğurabilir. Nihayet engellenmenin nedeni olan hedef kişi ortada olmadığında, saldırganlık başka hedeflere (günah keçileri, vb.) doğru yöneltilir. Hedef değiştirme, engellenmenin şiddetinden, ket vurmanın gücünden, eski ve yeni hedefler arası benzerlikten etkilenir.
Engellenme - saldırganlık hipotezi, 1960'larda yeniden formüle edilmiştir (Berkowitz, 1962). Çağrışımcılık perspektifinden yapılan bu yeni versiyon, klasik şartlanma ilkelerine dayandırılmıştır. Buna göre, engellenme-saldırganlık zinciri bazı koşullarda geçerlidir.
Eğer engelleyici kişiyle, durumla veya nesnelerle ilgili bir takım dış işaretler yoksa, engellenen kişi saldırganlıktan başka davranışlar gösterebilir. Ayrıca tüm hedefler saldırgan davranışlar göstermeye uygun değildir, vb. Çağrışımcı model, daha sonraları tekrar ele alınarak geliştirilmiş ve engellenme ile saldırganlık arası nedensellik ilişkisi, başka faktörlerle (örneğin, engellenmenin niyetli olup olmaması, geçmiş yaşantılar, tarafların kişilikleri, sosyal kurallar) ilişkilendirilmiştir.
Etiketleme Teorisi
Sembolik etkileşimcilik çerçevesinde gelişen etiketleme teorisi (labelling theory), Durkheim ve Simmel'den itibaren sosyal bilimlerin önemli bir sorunu olan ve anomi kavramı temelinde ele alınan 'sosyal normlardan sapma' konusundaki önemli yaklaşımlardan birisidir.Durkheim'ın 'sosyal yoğunluk arttıkça, moral yoğunluk azalır' varsayımı, Chicago Ekolü'nün 'moral yoğunluğun parçalanması, suçluluk, marjinallik, sapkınlık, anomi, vb. modern sosyal patolojilere yol açar' görüşüyle devam etmiştir. Aynı doğrultuda 1960'larda sembolik etkileşimciler, temel tezi "toplum ve dışlananlar, etkileşim halindeki iki sistemdir' şeklinde ifade edilebilecek yeni bir bakış açısıyla ortaya çıkmışlar ve sosyal dışlanma biçimleri üzerinde yoğunlaşmışlardır.
Sembolik etkileşimcilere göre, toplum tarafından cezalandırılan sosyal olgular, sadece sapkınlık (delinquency) ve suçlar değildir. Toplum, yeni sapma (âeviance) kategorileri yaratarak nüfusun giderek daha büyük bir kısmına yaptırım uygulamaktadır. Toplumda, bir kurum veya grubun normlarının dışına taşan her davranış 'sapma' olarak nitelenmektedir.
G. H. Mead'in kariyer ve benlik kavramlarını alan sembolik etkileşimciler, sapmanın bir durum gibi değil, bir süreç olarak görülmesi gerektiğini ve belirli bir sorunun analizinde, normal veya sapan olsun, ilgili tüm aktörlerin algılarının dikkate alınması gerektiğini öne sürmüşlerdir.
Etiketleme teorisi çerçevesinde yapılan alan araştırmaları, Becker'in 1961'de direktörü olduğu 'Social Problems' dergisinde yayınlanmıştır. Bu yaklaşımın temel eserleri arasında Becker'in 'Outsiders'ı (1963), Goffman'ın 'Stigmate'i (1961), Matza'nın 'Delinguency and drift'i (1964), Cicourel'in "The Social Organisation of Juvenile Justice'ı (1968) sayılabilir.
Etiketleme teorisinin öne sürdüğü görüşler, sosyal psikolojide Mead'den kaynaklanan ve benlik kavramının şekillenmesinde diğerlerinin rolünü vurgulayan görüşlerle paralellik göstermektedir. Bir kişiye yapıştırılan etiketler, diğerlerinin bu kişi karşısındaki davranışlarını etkilemekte ve sonuçta, kişinin diğerleriyle etkileşimi, etiketin damgasını taşımaktadır. Pygmalion Etkisi veya kendini gerçekleştiren kehanet olgularının temelinde de bu mekanizma bulunmaktadır.
Gerçek Çatışmalar Teorisi
Gerçek çatışmalar teorisi (realistle coflict theory), gruplar arası çatışmalar konusunda ortaya atılmış görüşlerden biridir. Muzaffer Şerif (1966) tarafından öne sürülen bu görüşe göre, önyargı ve ayrımcılığın temel nedenlerinden biri, sınırlı kaynakları elde etmek için girişilen mücadeledir.İki grup arası ilişkilerin kalitesi, gerçek bir çıkar çatışmasının bulunup bulunmamasına bağlıdır. Kaynakların sınırlı olduğu bir bağlamda, gruplar arası rekabet iç grup yanlılığına yol açmaktadır.
İki grup arasında işbirliği olduğunda, gruplar arası algı ve davranışlar da olumlu olmaktadır; rekabet bulunduğunda ise dış gruba karşı olumsuz tutum ve davranışlar gelişmektedir. Şerifin 'Hırsızlar Mağarası' adıyla tanınan çalışmaları, ortak projeler yönünde işbirliğinin, gruplar arası ilişkilerin iyileşmesini sağladığını ortaya koymaktadır.
Sınırlı kaynaklara sahip olma yönündeki rekabet ne kadar büyükse, önyargılar, ayrımcılık ve düşmanlık da o kadar büyük olmaktadır. Ülkemizde köyler arasında mera paylaşımı yüzünden çıkan çatışmalar ve bunun doğurguları, gerçek çatışmalar teorisi çerçevesinde açıklanabilir.
Geştalt Teorisi
Geştalt teorisi, bir eşya veya olayın anlamlandırılmasında, uyaran veya biçimlerin bütünsel algısını vurgulayan görüş olarak tanımlanabilir. Yüzyılın başlarında Almanya'da Wertheimer, Koffka ve Köhler tarafından geliştirilen bu teori, yüzyılın başında psikolojiye hakim olan 'psikofizik'e (algı, bellek ve benzeri psişik edimleri refleks, duyum ve imaj terimleriyle, yani basit biyolojik olgularla açıklayan yaklaşım) bir tepki olarak doğmuştur.Psikoloji tarihinde Önemli bir yeri olan geştalt teorisine göre, tüm zihinsel edimlerde anlam, durumun bütününün algısından çıkar, eğer parçalara ayırarak, öğelere bölüp sonra toplayarak yaklaşılırsa, anlam gözden kaçar. Bütün parçalarının toplamından fazladır.
Bunun ilk örneklerinden biri XIX. yüzyıl sonunda Ehrenfels tarafından verilmiştir. Eğer bir melodiyi algılıyorsak ve tanıyorsak, bu, onu oluşturan notalardan her birini öğrenip bellekte tuttuğumuzdan değil, notalar arası harmoniyi, melodiyi veren yapıyı bellekte tuttuğumuzdandır.
Partisyonu bir başka tonaliteye naklederek notaları değiştirebiliriz, ama melodi aynı kalır. Melodinin algısı, notalarının ardışık algısı değildir, notaların oluşturduğu orijinal bütünün algısıdır. Algılamak, bir biçimin, bir geştaltın tanınmasıdır.
Bu yaklaşım, algı sorunlarının, örneğin illüzyonların açıklanmasında ('doğru biçim' ihtiyacı, bazı şekillere üçüncü boyut eklenmesine yol açmaktadır, vb.), doğal bir bütünlüğün söz konusu olduğu ve her bir fonksiyonun bitişik fonksiyonlarla birlikte ele alınması gereğinin duyulduğu alanlarda (nöroloji, bellek, zeka, vb.) önemli bir uygulama alanı bulmuştur.
Geştalt teori, sosyal psikoloji alanında Kurt Lewin'in etkisiyle ve Asch, Şerif, vb. öncü sosyal psikologların çalışmalarıyla önemli bir yer kazanmıştır. Halen 'global algı - analitik algı' tartışmalarında güncelliğini korumaktadır.
Günah Keçisi Teorisi
Günah keçisi teorisi (scapegoat theory), iç grup yanlılığını, bir früstrasyon yaşayan bireyin, früstrasyon kaynağı çok güçlü veya etkilenemez olduğu zaman, saldırganlığını, nispeten daha zayıf olan bir dış grubun üyelerine doğru yöneltmesiyle açıklayan görüştür. Literatürde mevcut en önemli günah keçisi teorilerinden birisi Girard (1982) tarafından ortaya atılmıştır.Tarihsel perspektifte mitsel-ritüel toplumlardan itibaren pek çok kıyım olayını ve öyküsünü gözden geçiren Girard'a göre, günah keçisi anlayışı, kriz fikriyle bağlantılıdır; bir toplumda, tüm insanlar aynı şeyi arzuladığında, büyük çapta bir mimetizm meydana geldiğinde ve bu arzular gerçekleşmediğinde, nihayet grubun tüm üyeleri, ortak arzularından vazgeçme konusunda anlaşamazlarsa ve bir kurban feda ederek kolektif katarsise varamazlarsa, toplumun iç dayanışması çatlar ve sosyal birliği bozulur.
Tüm mitolojilerde, örneğin Ödip mitosunda, bir kurban vererek krizden çıkmayı öngören bir toplum yasası anlayışı vardır; bir kişi feda edilerek tüm diğerleri kurtulur. Girard'ın çözümlediği tarihsel olgulardan biri, XIV. yüzyıl ortalarında Fransız şairi Guillaume de Michaut'nun Jugemenî du Roy de Navarre adlı kitabında anlattığı felaketlerle ilgilidir; şairin anlattığına göre gökte birtakım işaretler vardır; taşlar yağmur gibi yağar; insanları öldürür; yıldırımlar şehirleri harabeye çevirir; pek çok insan ölür; bu ölümlerin bir kısmı Yahudilerin ve onların Hıristiyanlar arasındaki suç ortaklarının eseridir; nehirleri ve su kaynaklarını zehirleyerek bunu yapmışlardır.
Ama ilahi adalet buna son verir; halka suçluları gösterir ve halk Yahudilerle suç ortaklarını toptan halleder, vs. Öykünün gerçek dışı yanları ortadadır; ama pek çok diğer tarihsel kaynak, bu tür olayların (Yahudi kıyımı) yaşandığını doğrulamıştır. Olayların cereyan ettiği zaman, veba salgınlarının başlangıç yılları olarak düşünülebilir; bu yıllarda, veba epidemisinin terörüyle ve Yahudilerin sulara zehir kattığı fısıltılarıyla gözü dönmüş kalabalıkların kolektif saldırganlıktan vardır.
Ortaçağ toplulukları, vebadan öylesine ürkmektedirler ki, adını bile anmamaktadırlar; olabildiğince uzun zaman vebadan sözetmezler ve gerekli önlemleri de almazlar. Çaresizlikleri öylesine büyüktür ki, hakikati itiraf etmek, durumla başa çıkmaktan ziyade normal hayata benzeyen her şeyden vazgeçmek ve toplumu dağıtıcı etkilere teslim olmakla eş anlamlıdır.
Bu durumda halkın tümü bu tür bir körlüğe gönüllü katılır. Bu umutsuzca apaçıklığı inkâr etme isteği, günah keçisi aramaya elverişli bir ortam yaratır. Aynı şey La Fontaine'in Vebalı Hayvanlar fablında da vardır; burada da kolektif bir görmezlikten gelme söz konusudur; veba, tanrının bir cezası olarak yorumlanır. Felaketten kurtulmanın yolu, suçluyu keşfetmek ve cezalandırmak ya da kutsallığa feda etmektir. Kuşkusuz bu bakış açısı kurbanın değil, kıyımı yapanların perspektifidir; kıyım yapanlar şiddet eylemlerinin haklılığından emindir; kendilerini "adaletin kılıcı" olarak görürler; suçlu kurbanlara ihtiyaçları vardır. Dolayısıyla kıyımlarını saklama gereği duymazlar.
Girard, diğer bazı günah keçisi bulma olaylarını; örneğin kalabalıklar tarafından doğrudan ortaya konan şiddet hareketlerini (kara veba salgınları sırasında Yahudi katliamları) veya biçimlerinde yasal, fakat aşırı tahrik olmuş bir kamuoyunun teşvik ettiği kolektif rezonanslı şiddet hareketlerini (büyücü avı türündeki kıyımlar) dikkate alarak, kıyım olaylarında birtakım ana-çizgiler ayırteder:
Toplumda krizin gerçek olması; şiddetin gerçek olması; kurbanların onlara atfedilen suçlar nedeniyle değil, krizle çağrışımlı olabilecek bir yakınlık ve "kurban işaretleri" nedeniyle seçilmiş olması; krizin sorumluluğunun kurbanların üzerine atılması ve bunlar üzerinde eylemde bulunarak "kirlettikleri" topluluktan ihraç edilmeleri, kovulmaları veya katledilmeleri.
Kriz dönemleri, bir yandan normal kurumların zayıflamasını, öte yandan kalabalıkların oluşmasını kolaylaştırıcı dönemlerdir; bu dönemlerde kendiliğinden bir araya gelen popüler topluluklar, zayıflayan kurumların yerini alabilir veya onları etkileyebilirler. Şiddetin hedefi olan kişi veya topluluklar, günah keçileridir. Günah keçisi terimi, eş zamanlı olarak, kurbanların suçsuzluğunu, onları hedef alan kolektif bir kutup oluşmasını ve bu kutup oluşturan insanların kolektif erekselliğini ifade eder.
Kıyımın olduğu her seferinde, kıyımı yapanların yaşadıkları krizi açıklama ve krizden kurtulma yolu hep aynıdır: Suçluları ya da krizin sorumlularını bulmak. Etnologların ilgilendiği "ilkel" toplumlarda, herhangi bir salgın hastalık ortaya çıktığında, ilk akla gelen şey bazılarının topluluk kurallarını çiğnemiş olmalarıdır. Potansiyel günah keçileri, genelde diğerlerine kıyasla görünür özelliklere (kambur, topal, cüce, esmer, siyah, vb.) sahip olanlardır.
Günah keçisi, arkaik toplumlarda, bir başkasının yerine kurban edilen biridir, yani bir ikamedir. Bir şefin günah işlediğinde, günahlarından arınması ve affedilmesi için seçilmiş bir kurbandır ve bu anlamda adalet sisteminin bir gereğidir. Zamanla bunun yerine hukuki bir sistem yerleşmiş ve kurbandan vazgeçilmiştir (Bu gelişmenin başlıca evreleri, Roma Hukuku, Hıristiyanlık ve nihayet yurttaşların hukuk planında eşitliğini öngören 1789 Devrimi olarak belirtilebilir).
Ama toplumların kriz anlarında, bir kurban aranması olgusu varlığını sürdürmektedir. Girard'a göre mitoslar, 'kıyım metinleri'dir. Genellikle kıyımcıların ağzından anlatılmışlardır ve masum değildirler. Bu tür mitoslar, kahramanları değiştirilir, yer ve tarihleri belirtilmez ise ve kabaca bir makyajı yapılıp anlatılırsa, kolayca çağdaş olgular olarak algılanacaktır.