Anadolu'da Kopuz Kavramı
Kopuz, Asya Türklerinden sonra en çok Anadolu ve Rumeli'de benimsenmiştir.Kopuzun yapısında zaman içinde meydana gelen değişim ve gelişimler, onun bu topraklarda yayılışının eskiliğini ortaya koymaktadır. Kopuzun Anadolu'ya gelişi ve yayılışı ile ilgili olarak Gazimihal şunları ifade etmektedir:
"Ud tipli ve tanbur tipli mızrap sazları Ortaçağın orta Asya uygarlığında ve ilk İslamiyet çağında Horasan'dan Anadolu'ya doğru tek asırdan çıkarak çeşitlenmişler demektir. Ülke uzlaşmaları onun haritasını Türkiye imparatorluğunun inginliği haline getirdi"
Dede Korkut hikayelerinde kolcakopuz olarak bahsedilen çalgıdaki ''kolca" sıfatının, uzunca kollu anlamında ve boyunun bağlama veya cura çapında olduğunu belirten Gazimihal, ''tambura tipli sazlarımızın atası kolcakopuz olduğu Ortaçağ ve Orta Asya hesabına da her şeyden anlaşılıyor'' tespitini yapmaktadır.
Kopuz ve dolayısıyla bağlama geleneğinin Anadolu musiki tarihindeki eskiliği ve yaygınlığı konusunda Sadi yaver Ataman da şunları söylemektedir:
"Türk soylu çalgılarının Oğuz boylarından Anadolu'ya yayılmasıyla başlayan aşağı yukarı bir yıllık geçmişi olduğu söylenir... Yüzyıllar boyunca halk topluluklarının şen ya da hazin duygularını ezgiler halinde ortaya koyan, halk ozanı ve Aşıklar, halk musikisi topluluklarında, efe ve yaren demeklerinde, düğünlerde gelişen çalgı kültürünün Asya'dan Anadolu'ya, Rumeli'ye hatta Avrupa'nın bazı bölgelerine kadar yayılan en soylu çalgılardan biri bağlamadır. Kopuzun tarihi, dolayısıyla eski saz ozanlığı Karahan ve Oğuzhan destan ve hikayelerinin ırlanması (belli bir ezgi ile anlatılması) gereğine bağlı kalmış, sonraları bir takım değişikliklere uğrayarak bu kuruluş aşıklık adım almıştır".
Ozan sözcüğünün, Oğuzların halk şair musikişinaslarına verilen isim olduğunu belirten Fuat KöPage Rankingülü bu konuda şunları ifade etmektedir:
"Ozanlar Oğuz cemiyeti arasında hususi bir zümre teşkil ederler, el ellerinde kopuzu ile eski Oğuz destanları, Dede Korkut hikayeleri söylerler, yeni hadiseler hakkında yeni yeni şiirler tanzim ederler (.....) 15. Asırdan sonra bu ozan kelimesi yerine Azeri ve Anadolu sahalarında Aşık, Türkmen sahasında da baksı kelimesi yer almıştır. (...) Türk dünyasında bahşı ile ozan ülke ülke aynı işi paylaşmış görünüyorlar. Fakat bahşı çoğu ayin adamı kaldığı halde, ozan gezgin ve ferdi sanatçı olmuştur. Aşığın yaşayış bakımından atasıdır".
Kopuz, 13. yüzyılın ikinci yansı ile l4. yüzyılın başlarında yaşamış olan ünlü halk ozanı Yunus Emre'nin şiirlerinde de görülmektedir. Bu ünlü ozanımız, aşağıda verilen bir şiirinde, o dönemlerde kopuza duyulan sevgi ve bağlılığın yanısıra, kopuzun yapısından da bahsetmektedir:
''Ey kobuz ile çeşte.
Aslın nedir bu işde?
Eydüraslımdır ağaç,
Koyun kirişi bir kaç ...
Ağaç, deri derildi,
Kiriş ile bir oldı,
Işk denüzine daldı,
Beane yok bu işde...
Yunus imdi Sübhanı
Vasfeylegil gönülde,
Ayru değül :ariften,
Bu kobuz ile şeşte''.
Yukarıdaki dizelerden anlaşıldığı üzere, o tarihlerde Anadolu kopuzunun göğsü hala deriden ve telleri bağırsaktandır. Yunus gibi, şiirlerinde kopuza yer veren çok sayıdaki aşıklardan biri de Kaygusuz Abdal'dır. Aşağıdaki dörtlük, onun bir şiirindendir:
''Otuz kopuz, kırk çeşte, elli ıklığı rebab,
Hub çalınsın odada iki telli saz ile
Bunca sözü söyledik bize bili kalır yok,
Kaygusuza nazar eyle bir güler yüz ile".
Kopuz ve kopuz türevi çalgılara divan şairleri de, şiirlerinde çokça yer vermektedir. Fuat KöPage Rankingülü, bu konuda şu tespitleri yapmıştır:
''Murad ll. Devri şairlerinden Germiyanlı Şeyhi, Hüsrev-ü şirin'inde, Hüsrev ile Şirin'in bir saz alemini tasvir ederken, Kopuzun öyle burarlar kulağın ki çatlaturdu ağlarken damağın beytiyle, XV. Asır başlarında onun bilinmekte olduğunu anlatıyor. Kopuzun XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Memleketlerinin hemen her tarafında yayıldığını, şairlerin eserlerinden kolaylıkla anlıyoruz. Mesela, Fatih devrinde meşhur Deli Lütfi'nin Aşkın kopuzunu yine çalayınmı ne dersin? Alemlere avaze salayınmı ne dersin matla'ı pek meşhurdur... Şairlerimiz arasında kopuza en büyük meftunluk gösteren işret-Name sahibi Revani'dir. Daima olsa musahib nola dildare kopuz. Her ne telden ki çalarsa uyar ol yare kopuz matla'lı gazeliyle bu meftunluğunu gösteren Revani işret-Name'sinde; Kopuz gibi kani bir hub-avaz. Ki sazın cümlesinden ola mümtaz beyitiyle bu takdiri adeta iftirata vardırır".
Kopuz ve kopuz türevi çalgılardan Evliya Çelebi de bahsetmektedir. Çelebi'nin yapıları hakkında çeşitli bilgiler de verdiğİ bu çalgılardan bir kaçı şunlardır: ''Çarta, Ravza, Şeştar, Şeşhane, Kopuz, çöğür, çeşde, karadüzen, yelteme, tanbure, barbut, ufalak".
Kopuz terimi, gerek çalgı anlamıyla gerekse diğer anlamlarıyla Anadolu'nun çeşitli yörelerinde bu gün hala yaşamaktadır. Bunlardan bir kaç örnek vermeyi yararlı bulmaktayız.
''Kopuz ve kubuz -genel olarak çalgı (Alucra, Uşak)
Kubur -İçel bölgesi köylerinde tek telli bir kopuz çeşididir, revaçtan
düşmüş olmalıdır.
Kövür -Gaziantep ve yöresinde kullanılıp, 8 veya 10, yahut 12 telli sazdır.
Kobuz : köylüce el mızıkası (Karaçay-Tokat, 1933 derlemelerinden)
Saz, çalgı : bir kısım halkça (Alucra, Giresun) saz manasında (Bolu)
Herkesçe bir nevi saz (Şibinkarahisar-Giresun)
Kubuz, bir çeşit saz (çalgı) (Konya, Isparta)'' .
''Kopuz: Akordeonun küçüğü bir çeşit çalgı
Kopuz : 1. Boğazı dar yer
2. Düz alanlarda görülmeyen oyunlar, çukurlar
3. Deniz kıyısındaki girinti, körfez''.
Kütahya'da "gubuz-atmak" sözü mübalağa edenlere mecazi manada söylenir".
"1- Kağızıman havalisinde saza hala kopuz diyorlar
Sivas, Tokat ve Yozgat taraflarında zuval değneğine, yani eski döğüş
değneğine ucu topuzlu olduğu için kopuz diyorlar. Teşbihtir.
2. Yine oralarda çakmaklı ve kabza kısmı topuzlu tabancaya da teşbihten
kalma bir hatıra halinde kobuz deniliyor.Erzurum yolunda, Bayburttan üç saatlik
mesafede (o ilçeye bağlı) Kopuz köyü, Urfa'nın Sürüç ilçesinde kopuz,
Gümüşhane'nin Torul ilçesinde kopus, Diyarbakır'm Silvan ilçesinde kopusu adlı
köyler, Bayazıt'ın Eleşkirt ilçesinde kopuz süfla ve kopuz ülya adlı iki ayrı köy
vardır... Şebinkarahisar yöresinin yüzük oyunu manilerinden olarak oyunun
dokuzuncu seferinde şu sözlerle kopuz hala anılıyor;
Ormanda çoktur domuz
Oyunumuz oldu dokuz
Arkadaşlar çalın kopuz
Hey zalım nenni, nenni de nenni
...İstanbul'da iki telli bazen çiftetelli oyun adıyla anlamda eş olarak da kullanılmıştı (Herhalde oyunda çaldığı için) İstanbul'da Bakırköy'e bağlı bir kentin adı hala ikitelli köyüdür ...Tokat'ın Reşadiye kazasından bir köyde bir bağlama çeşidinin ora yerlisince adı kopuz olduğu, irice gövdesine nispetle sapının kısalığı merkezde duyulmuştu ".
''Eflani (Zonguldak) yöresinde rastladığım altı telli, gövdesi yayvan bir çalgının adı koyus'du''.(SYA)
Ethem Ruhi Üngör, 1978'de Ankara'da verdiği ''Türk Musikisinde Çalgılar'' adlı konferans metninde Anadolu sazlarını sıralarken kaybolan çalgılar içinde Tokat menşeili ''kılkopuz''dan söz etmektedir.
Kopuz sözcüğünün, Anadolu'da kullanımına Savaş Ekinci'nin Kültür Bakanlığınca yayımlanan kitabında da rastlanılmaktadır. ''Ramazan Güngör ve Üç telli Kopuzu" adını taşıyan bu kitapta, kopuz teriminin bağlama yerine kullanıldığı görülmektedir. Kopuzun bu tarzda söylenişini Ramazan Güngör'den duyduğunu belirten Ekici, kanımızca bu söylenişin doğruluğunu kontrol etmemiş, çalışmasına aktarmakla kalmayıp, kitabına da bu adı vermiştir. Altı yıl kadar Teke bölgesinde ve başta Ramazan Güngör olmak üzere, bu yörenin önemli sanatçıları üzerinde yaptığımız çalışmalarda, kopuz teriminin yörede bu şekilde kullanılmadığını, epey bir süre önce unutulmuş olduğunu tespit ettik. Savaş Ekinci'nin böyle bir yanlışa düşmesinin sebebi kanımızca, son zamanlarda Ramazan Güngör'ün araştırmacıların ilgi odaklarından biri olması ve kendi konumunu daha da orijinalleştirme isteğiyle kulaktan dolma öğrendiği kopuz sözcüğünü kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Zira, böyle bir alışkanlığı olan Ramazan Güngör'ün hiç bilmediği, bizden öğrendiği ve bu bölgede hiç rastlanılmayan ''şelpe'' terimini de kullanmaya başladığını görmekteyiz. Ramazan Güngörden başka, Teke bölgesinde kopuz ve şelpe terimlerini kullanan ikinci bir sanatçı yoktur.
Araştırmalar 13. yüzyıldan sonra kopuz adının yavaş yavaş kullanılmamaya hatta giderek unutulmaya başladığını göstermektedir. 16. yüzyılın ikinci yarısına ait bir şiirde Nev'i adeta bu durumun başlangıcını ifade etmektedir.
''Götürüp mihr-i felek bezm-i cihandan kopusu
Başladı çalmağa şeştar yine halk-ı alem'' (MRG).
17. yüzyıldan itibaren kopuzun edebiyatımızda artık görülmediğini ifade etmesi bakımından aşağıdaki alıntıya yer verilmiştir.
"XVII asırdan sonra edebiyatımızda kopuza ve kopuzculara pek tesadüf edemiyoruz... Lehçetü'l Lügat müellifi Es'ad Efendi de bu ifadeyi kuvvetlendirerek, kopuz'u ud ve berbat müteradifi olarak kaydediyor. Bu kayıtlardan kopuz'un XVIII. Asır esnasında da Garp Türkleri arasında hala tanındığını ve ma'mafih artık eski şöhretini muhafaza edemeyeceğini anlamaktayız" (MFK).
Kopuz gibi, çağlan aşarak gelmiş köklü bir çalgının birdenbire tarih sahnesinden çekilmeye başlamasının nedenleri, genişçe bir araştırma gerektirmektedir. Ancak, eldeki varolan bilgiler, bu nedenlerin en önemlilerinden birinin kopuz hakkında başlayan bilgisizce karalama anlayışı olduğu yolundadır. O kadar ki, bu karalamalardan sonra, yakın zamanımıza kadar süregelen ve saz çalmanın günah olduğu fikrini doğuracak kadar ileriye giden, bir kötülüğün tohumlan atılmıştır. Gazimihal, bu konuda şu yorumu yapmaktadır:
"Divanlarda kopuzun anılışı hiçe düştüğü, o arada yobaz kalemlerin sazı istihfaf örnekleri tek tük yazıya geçebilmiş göründüğü bir çağda, okur-yazar olmayanların cahilce kötüleme cereyanının kulaktan kulağa şehir halkı arasında daha yıkıcı bir rol oynayacağı pek tabii idi. Neticede, kopuzun hayatiyet ve hatta adı bilhassa Anadolu'da bu baskının açıkça sillesini yedi"
Çalgı çalmanın, özellikle de saz çalıp türkü söylemenin günah olduğu inancı, azalmış olsa da, günümüzde de hala sürmektedir. Öyle ki, bu anlayış günlük dile ve atasözlerine de yansımıştır. Anadolu'da çoğu yerde ''en kötü meslek çalgıcılıktır, onu da öğren unut'', ''kırkında saza başlayan, kıyamette çalar'', ya da ''saz çalıp türkü söyleyen cennete giremez'' gibi deyim ve sözlere ne yazık ki bu gün bile rastlanılmaktadır. Hatta, kimi zaman halk sazları kendi yurdunda yasaklamalarla da karşı karşıya kalmıştır. Bu konuda Halil Bedii Yönetken'in derleme için gittiği Kütahya'da yaptığı tespit ilginçtir. Bu nedenle, çalışmamızda bu tespite yer verilmiştir:
"1938'de Kütahya'ya vardığımız zaman bir müddetten beri şehir içinde bağlama ve davul-zurnanın yasak edilmiş olduğunu öğrendik, halkın sazını menetmek, dilini konuşmasını menetmekten farksızdı, derhal o gün bizimle beraber trenden inmiş olan yeni valiyi ziyaret ederek bu memnuiyetin kaldırılmasını rica ettik, ricamız yerine getirildi bütün halk bundan son derece memnun oldu, düğün bayram ettiler ve bu bizim işimizi kolaylaştırdı."
Bu örnekte olduğu gibi, yerel yöneticilerin halk sazlarını yasak etmelerine Anadolu'da defalarca rastlanılmıştır. Bu nedenle, klarnetin Anadolu'da bir çok yere zurnanın yasak edilmesi üzerine girdiği görüşü vardır.
Kültüre yüzyıllar boyu darbe vurmuş olan bu anlayışın oluşmasının ardından kopuz, şüphesiz Gazimihal'inde belirttiği gibi Anadolu'da da sille yemiş ve belki de ''saz'' veya ''bağlama'' terimleri bu yüzden tercih edilmiştir. Ancak, çalgı ve yöre adı olarak kullanılmasının yanında, günlük dilde çeşitli anlamlarına da rastlanılan kopuz terimi, Anadolu'da günümüze kadar hep varolmuş ve yaşamıştır.
Anadolu'da Bağlama ve Saz Terimine Geçiş
Anadolu'da kopuzdan sonra, tambura tipli çalgıların genel adı olarak kullanılan terimler ''saz'' ve ''bağlama''dır.Aslen Farsça olan ve Farsça'dan Türkçe'ye geçen ''saz'' terimi, halk sanatçılarının şiirlerini söylerken çaldıkları telli çalgının genel adıdır. Bu nedenledir ki, aşıkların şiirlerini sazla birlikte söylemelerinden dolayı, son çağ edebiyat tarihçileri aşıklara ''saz şairi'', yarattıkları edebiyata da ''aşık edebiyatı'' adını vermişlerdir. Saz teriminin anlamları konusunda çeşitli kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:
"Saz: musikinin her türlü aletine saz deniliyor
-Genel alet anlamında ve yaşamak için ihtiyaç duyulan şeyler anlamında da (gıda-eşya)
Yol, tarik, gidiş, yöntem, mevki, topluluk, ahenk, göç, kuvvet"
Saz - çeng, ud, tambur, gıyçek, rubab gibi benzer bir musiki aleti.
Özel bir çalgı, genel anlamda saz.
Sahten (yapmak) fiilinden emir şekli.
Saz - yap demektir. Yapan manasına gelir (cilve-saz-cilve yapan)".
"Saz-(Fars.) (Saz) a. bağlama
Sazandar. - (Fars. Sazende'den bozma) a. zakir
Sazcı. - a. zakir
Sazende. - Fars; (Sazende) a. zakir"
''Saz (I) Çayır
Saz (II) Kavrulmuş un içinde sirke, soğan ve et konularak pişirilen yemek
Saz (III) Hamut Çemberi (arabalarda).
Sazak (IV) [Sazaklık, Sazlık, Sazmak (I) ]
1. Bataklık, sazlık
2. Pınarların derelerin ayağındaki otluk yerler.
Sazlanmak [Sazıldanmak] kendi kendine yavaş sesle şarkı söylemek;
Sazıldanarak yürüyen, farkına varmadan yol açılır''.
Görüldüğü üzere, çalgı adı olması dışında çeşitli anlamlara da gelen saz terimine günlük dilde, özellikle atasözlerinde ve deyimlerde sıkça rastlanılmaktadır. ,, Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az, aşık sazla maşuk nazla müteselli olur, saza saz, söze sözle mukabele etmeli bunlardan birkaç örnektir. Saz altında dolaşmak'' ise, omuzunda saz ile diyar diyar gezmek anlamında aşıkların kullandığı bir deyimdir. Saz terimi halk şiirinde de çokça geçmektedir.
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikar etme (Aşık Veysel'den)
Şu sazıma bir düzen ver
Teller de muradın alsın (Aşık Ali İzzet'ten)
Şahinim var bazlarım var
Tel alışkın sazlarım var (Karacaoğlan'dan)
Gazimihal Türkçe'deki ''saz'' ile Farsça'daki ''saz'' terimlerini çeşitli yönleriyle karşılaştırmakta ve bu terimin bizdeki farklı anlamları ve kullanımı konusunda şu yorumu yapmaktadır:
''1. Anlaşıldı ki, Farsça imaleli saz ve saht cihaz demektir. Nitekim o dilde geçerlikteki sazende nispetinin ana anlamı da yapıcı, imal edici demektir. Çalıcı anlamından da sazende ve çoğunlukla Arapça'dan mutrib sözünü kullanırlar (İran'da).
Halbuki, Türkçe uzatımsız saz sözü, sazlık yerlerdeki bazı uzun saplı bitkilerin sürekli rüzgar altında yerli yerinde çıkardıkları vızıltı ve sızıltılardan mülhem bir onomatopedir.
Farsça'nın yukarıda gördüğümüz saz kelimesi pek eskiden batı Türkçe'sine girmiş ve Türkçe saz yansıtmasının etkisinde kalarak gerçekten de onun gibi uzatımsız bir hal almıştır. Sazendeyi uzatmalı, fakat Farsça saz'ı kısa söyleriz. İranlı saza da saz der. Sonra, bu Farsça'dan alınma saz ve sazende kelimelerini köylümüz hiç kullanmazlar. Telif ve divan yazarlarıyla şehirli musikicilerimiz kullana gelmişlerdir. Ferhenklere göre saz kelimesinin dokuz anlamı vardır, bunlardan birincisi alet ve özellikle musiki aleti demektir. Öbür sekizi Türkçe ye hemen hiç geçmemiştir. Neden yalnız alet anlamı dilimize geçebilmiştir? Bunu yine Türkçe saz onomatopesti yüzünden görmek hiç de yanlış olmayacaktır. Saz vızıltısını bilen Türk, Farsça sazı ona benzeterek benimsemiş olmalıdır. Halbuki, tekrar ediyoruz, Farsça saz asılda alet, Türkçe saz asılda kaba hasır otu demektir... Farsça saz Anadolu'nun Türkçe metinlerinde bidayetten itibaren yer almıştır. Payitaht dilinde ince saz ve kaba saz ikiliği kullanıldıysa da, köylüler incesazı benimsememiş, davul zurna takımına da hiç bir zaman kabasaz dememişlerdir. Payitahtla ele alınan batı aletlerine de saz denilir oldu, fakat sazende ince saz çalışlarına denilmekte devam etti. İç illerde saz, tanbura ve kopuz çeşitlerinin adı oldu. İşte bu saz adı Türkçe olmalıdır... Kanaatimizin özeti şimdi daha kesinlikle şudur: Türkçe saz bir onomatopedir. Madeni tellerin sazlık vızıltısı gibi sızlanmalarından kinayedir. Madeni tellerin tatbikinden önce kopuz çeşitlerinin sesi daha kalın ve tok düşmek gerekirdi''.
Anadolu'da tanbura tipli kopuz türevi çalgılara, madeni tellerin takılmasından önceki dönemlerde saz denildiğine dair bir bilginin olmayışı, bu terimin yaklaşık 17. yüzyıldan sonra bu çalgılar için kullanılmaya başlandığını göstermektedir. Anadolu şiirlerinde, türkülerinde yürek sızısı ile saz sızlamasının özdeşleşerek hep yan yana düşmesi, aşıkların, saz sanatçılarının sazı özellikle sızlatarak çalmaları da Gazimihal'in tespitlerini doğrular niteliktedir.
''Bağlama'' terimi ''saz''dan sonra bu çalgıda ikinci derecede kullanılan bir diğer addır. Bunun yanında, Anadolu'da çok çeşitli anlamlarda kullanılan bağlama terimi hakkında bazı kaynaklarda şu bilgiler bulunmaktadır:
''Bağlama, saz şairlerinin, şiirlerini okurken çaldıkları küçük saz sapına perde bağlanması dolayısıyla bu çalgıya bağlama denmiş olacağı ağırlıktadır.
Bağlama, kitap yazma, telif etme karşılığında kullanılan terim.''(CÖ)
''Bağlama; potin, yemeni,
Bağlama; Kağnıda iki oku mazı üzerine tespit eden ve enine konulan ağaç
Bağlama; [bağlak (IV)] 1 Yemeni renkli basmadan yapılan baş örtüsü
Bağlama; ip, kendir.
Bağlama düzeni; bağlama denilen sazın akortlarından biri.
Bağlamalık (II) Bağlama yapmaya elverişli, bağlamalık ağaç".
Bağlama terimine saz da olduğu gibi Anadolu şiirlerinde, türkülerinde, deyişlerinde sıkça rastlanılmaktadır. Aşık Kul Yusuf ile Dadaloğlu atışmasından bir bölümde Kul Yusuf'un dizeleri şöyledir;
"Ağ'lar bu çocuğun bana kastı ne,
Bağlamasın kıvrakç'almış destine,
Yedi kat yer, yedi kat gök (neyin) üstüne,
Buna da bir çare bul, sarı çocuk."
Bağlamam perde perde
Düşürdün beni derde (Giresun Türküsü)
Elindedir bağlama
Karagözlüm ağlama (Denizli Türküsü)
Alıverin bağlamamı oymadan
Gidiyorum ben sılama doymadan (Kırşehir Türküsü).
''Bağlama'' teriminin nereden geldiği ve hafızalara yerleştiği günümüzde kesin olarak aydınlatılamamış bir husustur. Bu konuda, çeşitli görüşler bulunmakla beraber bunlardan sapına perde bağlanması dolayısıyla bu çalgıya bağlama denmiş olabileceği ağırlık kazanmaktadır. Bir başka dikkat çekici görüş de, göğsü deri olar bu çalgının göğsünün ağaçla kapanması, bağlanması sonucu bu adı almış olabileceği doğrultusundadır. Ancak, her iki görüş de bazı soruları beraberinde getirmektedir. Yaklaşık 17. yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanan bağlama sözcüğü, eğer sapa perde bağlanmasıyla ilgili ise, sazlarda perde fikrine yakın bir zamanda geçilmiştir ki, bu da akla yakın değildir. Ayrıca, bu doğrultuda sapına perde bağlanan diğer sazların adının neden bağlama olmadığı akla gelmektedir. Bu kullanımın sadece Anadolu halkı arasında geliştiğini düşünmek (Anadolu'da bu gün hala gelenekten yetişen eski ustalar ''perde''den ziyade ''bağ'' terimini kullanmaktadırlar) konuyu çözüyor gibi görünse de, yine de bu husus yeterince aydınlatılabilmiş değildir. Bu konuda Gazimihal'in tespit ve yorumları şunlardır.
"Bizde bağlama (Osmanlı Mısırında Tanbur Bağlama), vadesi kesinlikle kestirilemeyen bir dönemeçten sonra orta boy saplı mızrap sazının sıfatı olmuştu. Evliya Çelebi'de bu ad henüz yoktur. Şu halde XVII. yüzyıl sonlarında eski bir adın halk dilinde yerini bağlama tuttuğuna inanmamız gerekiyor. Terk edilmiş ad kopuzun kendisi olmak gerekmektedir. Bağlama nispeti, sazın kendisinden önce perdelere mi, yoksa gerili deriye sonunda tercih edilen tahta göğüs kapağına mı verilmişti istifhamı keza şimdilik çözülememiştir: Çünkü, Anadolu'nun XIV. yüzyıl metinlerine doğru inildikçe bağlamak fiili kapsamlı anlamıyla kapıyı kapamakta kullanılmış görünüp buna göre göğüs kapağı bilhassa kastedilmiş olabilirdi (Kaplamaktan kaplama deyişimiz gibi). On sekizinci yüzyılda artık sazın kendisine bağlama denildiği biliniyor... 1942 ortalarında Bursa'da kaldığım günlerde şehir müzesi kitaplığının 1109 numarasında h.1175 (= 1762) tarihli bir el yazması görerek kitabın (Yıldırım Bayazıt Han mütevellisi Mehmet Ağa'nın Oğlu) kaydıyla birlikte metinden şu cümleleri iktibas etmiştim: Türk Darp usulünde bulunan ve lisansı etrake bağlama ve bulgarı tabir olunan sazı çalan... (?) kayabaşı türküleriyle zaruri ülfet... (s.53)... Bağlama ile Bulgari'yi aynı tutması aynı yıllarda Paris'te Delaborde'un Türk sazları Bağlama ve Tanbura'yı eşit göstermesiyle karşılaşmıştır. Bu ayniyetler kendi inancımızca da muhakaktı... Batı kaynağından aynı çağ Fransız musiki yazarı De Blainville'in Musiki Tarihinde de Türk Musikisi bahsinde bağlama geçer... Sazın perde bağlan anlamıyla bilhassa Arapların fazlasıyla kullandığı Farsça destan adını Anadolu'da hiç bir sazcı hiç bir çağda bilip kullanmamış, perde yahut perde bağı bizde şehirlerde de kullanıla gelmiştir" .
Cumhuriyetten sonra, sazın (bağlamanın) yavaş yavaş şehirlere taşınması ve başta TRT olmak üzere, çeşitli kurumların bünyesinde oluşturulan topluluklarda Anadolu halk müziğinin icra edilmeye başlanması sonucunda gelişen ihtiyaçla, saz boyları standartlaştırılmış ve grup teşkil edecek şekilde bir bağlama ailesi oluşturma yönüne gidilmiştir. Büyüklü küçüklü yaklaşık beş ya da altı yapıda toplanan bu ailede, alt açık teli 440 frekanslı ''La'' sesine akort edilen ve dörtlüsü olan ''Re'' sesi karar alınarak çalınan, tekne boyu 45-46 cm. , tel boyu (üst ve orta eşik arası) 95-96 cm. civarında olan yapıya bağlama denilmiştir. Ailenin diğer üyeleri meydan Sazı, divan sazı gibi saz eki ile söylenirken bu boy için yalnızca bağlama denmiştir (eski sanatçılar hala gerçek bağlamanın bu olduğu görüşündedirler). Ondan daha küçük olan alt teli bağlamanın dörtlüsü olan ''Re'' sesine akort edilen ve bu ses karar alınarak çalınan yaklaşık 38-40 cm. tekne boyundaki yapıya ''tanbura" ya da ''tambura'' ismi kullanılmaya başlanmıştır. Böylece, bağlamanın ve tanburanın bir oktav tizi olan ''bağlama curası'' ve ''tanbura curası''nın eklenmesiyle bağlama ailesi oluşmuştur. Daha sonraları, saz sanatçılarının akortlarında karar sesi ortalama olarak kadınlar için ''Do'', erkekler için ise ''Fa'' sesinin yerleşmeye başlaması nedeniyle saz boylarının büyütülmesi ihtiyacı doğmuştur. Tambura, biraz büyütülerek yaklaşık 41-*42 cm. divan sazı ise 51-52 cm. tekne boyunda bir yapıya kavuşmuştur. Boyları daha fazla büyümeye elverişli olmaması nedeniyle (çalış zorluğu bakımından) ''meydan sazı'' ve ''bağlama'' (dolayısıyla bağlama curası) zamanla kullanılmamaya başlanmış, böylelikle radyolarda genel ad olarak ''saz'' ve özelde ise, ''divan, tambura ve cura'' terimleri öne çıkmıştır.
Kopuzda (Bağlamada) Meydana Gelen Değişimler
Kopuz ve onun devamı olan bağlama, en önemli değişim ve gelişimini Anadolu'da sağlamıştır. Asya Türk kültürünün köklü bir uzantısı olarak Anadolu'ya getirilen kopuz, çeşitli medeniyetlerin beşiği olan Anadolu topraklarının zengin kültürü içinde yoğrularak, zamanla çok gelişmiş bir yapıya ulaşmıştır. Fiziksel özellikleri, tınısı ve çalış teknikleri ile özgün bir karakteri olan ve sürekli gelişerek, büyüyerek gelen bu sazın ufkunu ve oluşabilecek yeni gelişmelerini kestirebilmek, bu gün bile güçtür. Kopuzda geçmişte meydana gelen köklü değişikliklerden en önemlisi, metal tele geçiştir. Zira, metal tel bu çalgıya tınlayış ve kullanım ( el ile ve mızrapla) bakımından at kılı, bağırsak ve ipek tel gibi birbirine yakın mat tınılardaki, dayanıksız maddelerin çok ötesinde farklılıklar getirmiş, adeta çığır oluşturmuştur.Madeni tellerin halk sazlarına ilk kez nerede ve ne zaman takıldığı konusu müzik tarihimizin henüz çözülmemiş konularından biridir. Gazİmihal, Groves Müzik Kamusu'nun String (tel) maddesindeki metal tellerin eskiden doğuda bilinmediği ve ilk olarak Miladi 1350 yılında Avrupa'da keşfedilerek klavikord ve harpsikordun icadı üzerine bu aletlerde kullanılıp yayıldığı görüşüne karşılık olarak, 13. yüzyılda Urmiyyeli Safiyfiddİn Abdülmümİn'in icat ettiği ''nüzhe'' adlı yatağan türü, 103 kirişli bir çalgıyı örnek göstermektedir. Gazimihal, bu çalgının kirişlerinden bazılarının pirinçten olduğunu belirterek ''Madeni tellerin sazlara benimsetiliş başlangıcı Şarkta Avrupa'dan biraz daha eskidir, Horasan ötesi Asya kaynağına çıkmaktadır'' demektedir. Tarihçi Von Hammer, kendi Osmanlı Tarihi ciltlerinde madeni saz telini Türklerin İstanbul'a soktuğunu İfade etmektedir.
Madeni tellerin bağlamada ilk kez ne zaman kullanıldığı konusunda ise, kopuz olarak bilindiği yaklaşık 14. yüzyıl Osmanlı Devleti döneminde Anadolu'da madeni tel takıldığı ve buradan Asya'ya yayıldığı yolunda araştırmacılar arasında ortak bir görüş vardır. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamemde yer verdiği tel tanburun Kütahya'da icad edildiği bilgisi üzerine araştırmacı Sadık Uzunoğlu şu yorumu yapmaktadır. ''Halen kullanılmayan bu saz, adından da anlaşılacağı üzere tellidir ve ilk madeni telli bağlama bundan doğmuş olmalıdır. Yani, madeni tel ilk olarak Kütahya'da saza tatbik edilmiş diyebiliriz. Ancak, ihtimaller üzerine kurulu olan bu görüşü kanıtlayacak başkaca bir bilgi bulunmamaktadır.
Düşüncemize göre, metal telin kolay ve uzun tınlayış özelliği sonucu doğmuş olan ve yalnızca Güneybatı Anadolu Yörük kültüründe görülen ''parmak vurma'' tekniğine, Asya'da rastlanılmaması da metal tele Anadolu'da geçildiğinin bir başka kanıtı olabilir.
Fiziksel yapısı ve ses rengi daha önceki malzemelerden çok farklı olan madeni tel, kopuzda muhtemelen önceleri-kirişlerle birlikte ve az sayıda kullanılmıştır. Zira, asırlar boyu süregelen bir ses zevkinin içine oldukça farklı yeni bir tınının girebilmesi, hatta bu yeni tınının bütünüyle eski anlayışın yerini alması kanımızca çok uzun bir süreçte gerçekleşmiş olmalıdır. Madeni tellerin zor bulunuşu ve yeni gelişmeleri kolayca kabullenmeyen gelenekçi anlayış da, bu sürecin uzamasının sebepleri arasında düşünülebilir. Tel konusunda bir çok eski, yeni ve yabancı kaynağı inceleyerek kopuz tipli eski sazların takriben 14. yüzyılda Anadolu'da metal tele geçtiği tespitini yapan Gazimihal, 16. yüzyıldan bahisle:
"Tanbura tipli sazlarda mucitlik o çağlar için tel ve düzen yenilikleri yapmaktan ibaretti. Boy boy sazlarda çap ve cins bakımından en kaynaşık tel takımlarını denkleştirip benimsetmeye bakıyorlardı ki işin sonu bütün telleri madeni olan bağlama vasatında XVII. yüzyıl sonlarında karar kıldığı anlaşılıyor. Bu ad eski (orta boy) kopuzun tek ismi kalarak öbür eski sıfatlar ve hatta kopuz kelimesi kamilen tarihe karıştılar" demektedir.
Kopuza yeni bir tını getirmesinin ardından metal telin bu saza en köklü etkilerinden biri de, ağaç göğüse geçilmesidir. Metal tellerin zamanla kirişlerin yerini alması, hatta çift çift takılması sonucu oluşan basınca dayanamaması ve ısıya karşı hassaslığı nedeniyle, deri yerine ağaç göğüs kullanılmaya başlanmış olmalıdır. Gazimihal'in şu görüşü fikrimizi doğrular niteliktedir. ''Kopuzun pek eskiden kısa saplıları da Asya'da vardı. Göğsü deridendi, teller madeni değildi. Tahta göğüs ve madeni teller bir gelişme halinde Anadolu'da kararlaşmış, boylar da çeşitlenmiştir.''
Ağaç göğsün ilk kez hangi tarihte kullanılmaya başlandığı da bu gün bilinememektedir. Gazimihal'in kopuza tümüyle madeni tel takılışının 17. yüzyılın sonlarında başladığı tespiti doğru ise, ağaç göğüs kullanımına da aynı yüzyılda geçildiği düşünülebilir.
Bağırsak veya ipek telden madeni tele geçmek, kopuza (Bağlamaya) icrada köklü değişiklikler getirmiştir. Binlerce yıldır el ile çalınan bu sazda, parmaklar yerine çeşitli maddelerden yapılan bir araç ile tellere vurarak ses çıkarma anlayışı gelişmiş, buna bağlı olarak da el ile çalış tekniğinin terk edilmesi sürecine girilmiştir. Sazlarda, bir araç kullanarak çalma fikrinin ilk kez ne zaman başladığı hususu günümüzde kesinlik kazanmamıştır. Ancak, anlaşılan şudur ki, bu uygulama, madeni telin çalgılarda kullanılmaya başlanması sonrasında (yaklaşık 14. y.y.) yavaş yavaş gelişmiş, yaklaşık 17 .yüzyılda tüm telleri madenİ ( çift çift takılı ) olan kopuz ve kopuz türevi çalgılar döneminde iyice yerleşmiştir. Araştırmacılar arasında bu oluşumun Osmanlı Sarayı ve çevresinde meydana geldiği ve buradan Asya'ya geçtiği görüşü vardır. Saray ve çevresindeki kalabalık fasıl heyetlerinde, el ile çalındığı için sesi az çıkan sazların, sesini duyurabilmesi ihtiyacı bu oluşumun temel nedeni olmalıdır. ''Mızrap'' adı verilen bu araçların özellikle demir, boynuz, kemik, tahta vb. sert maddelerden yapılması da görüşümüzü doğrular niteliktedir. Aslen Farsça olan ve içinde ''darp vurma'' anlamını da taşıyan ''mızrap'' (=mıdrap-d ve z içice) terimi de bu oluşum sonrası özellikle ''çalgı çalmada kullanılan araç'' anlamıyla terminolojiye yerleşmiştir. Madeni tel öncesi kopuzda mızrap kullanıldığı yönünde elimizde bir bilgi yoktur. Zira, bağırsak veya ipek gibi hassas maddelerin böylesi sert bir yapının darplarına dayanabilmesi güçtür. Bu nedenle, kullanım ve tınlayış bakımından bağırsak veya ipek tel ile mızrabı yan yana düşünmek oldukça zordur.
Çalgıların icrasında kuş tüyünün mızrap olarak kullanıldığı hususunda bazı kaynaklarda, minyatürlerde çeşitli bilgiler ve resimler bulunmaktadır .Ancak, bu kullanımın İlk kez hangi yüzyılda görüldüğü konusu açık değildir. Kuş tüyü, el ile çalıştan mızraplı çalışa geçişin ilk maddesi olabilir. Ya da, sert metal tellere sert mızrapla vurularak güzel ses çıkarabilmenin zorluğu nedeni ile, yumuşak mızrap arayışının bir sonucu kullanılmış olabilir. Fakat, özellikle volümünün düşük olması, istenilen tonu verememesi vb. nedenlerle sonraları terkedilmiştir. Yakın zamana kadar ud mızraplarında kartal kanadının ortadan ikiye bölünüp uygun hale getirilmek suretiyle kullanıldığı görülmüşse de, bu kullanım da daha sonra kaybolmuştur.
Mızrap fikrinin sazlarda yerleşmesinin bir başka nedeni de, metal telin çift çift takıldığında da sağlıklı olarak ünison akortlanabilme özelliğidir. Zira, bağırsak veya ipek tel çift olarak uygulandığında akort yönünden sağlıksız sonuç vermekte, bu nedenle sazlara tek tek takılmaktadır. Çift takılışta en iyi sonucu, metal tel vermektedir. Böylece, sazlarda tel sayısının artmasıyla, mızrap kullanımı daha da yerleşmiştir.
Osmanlı Sarayı ve çevresinde meydana gelen bu oluşumun Anadolu halkına ve kültürüne ilk yansımasının bu çevreye yakın şehirlerle, Osmanlı'nın uğrak yeri durumundaki belli merkezlere olduğu kanaatindeyiz. Bu kültürün Anadolu'daki uzantıları ve etkileri konusunda Adnan Ataman şunları ifade etmektedir.
"Anadolu'da genellikle sıra, sohbet geceleri olur. Bunların içinde az çok müziğin mürekkebini yalamış, sanat müziği ile iştigal edenler vardır. Bizim bölgemizde de sanat müziği kültürü çok var. Özellikle Kastamonu tarihinden gelen özellikle münevver müziğine, saray müziğine yatkın kulaktadır. Yorgansız Hakkı, Mümin Meydani filan bunun içinden yetişmiş kişilerdir."
Divan kültürüne yatkın hatta edebiyatıyla, sazlarıyla ve küçük çaplı fasıllarıyla bu kültürün çeşitli öğelerini içinde barındıran Anadolu'nun çeşitli yörelerinde, mızrap gibi gösterişli bir yeni oluşumun süratle benimsenmiş olmasını yadsımamak gerekir. Bu geçişin ilk kez ne zaman olduğu, bu gün için kesin olarak belli değilse de, bir sazın mızrapla çalınabilmesinin, sazın madeni telli oluşuyla doğru orantılı olması ve madeni tel bulabilmenin o devirler için zorluğu, bu çığırın Anadolu'ya epeyce geç ulaştığı fikrini doğurmaktadır. Ancak, her şeye rağmen mızrap kavramı ve terimi Anadolu'nun bir çok şehrinde, zamanla en eski geleneklerden olan el ile çalışı terk ettirecek kadar benimsenmiş ve şehirlinin müziği artık mızrap öğesinin belirleyici güdümüne girmiştir. Muhtemelen bundan sonra, el ile çalıştan kalma tartımların aktarılması, farklı farklı mızrap vuruş şekillerinin keşfedilmesi, ezgilerin ayrıştırılması ve çoğaltılması süreci başlamıştır. Özellikle daha sonraları demir, boynuz, kemik, tahta gibi sert cisimler yerine kiraz ağacı kabuğu vb. daha yumuşak ve esnek bir maddenin kullanılmaya başlanması da, müziği iyice mızrap öğesine kilitlemiştir. Artık ustalık çokça kullanılan ve kıvrakça atılan mızraptadır.
18. yüzyıl şairlerinden Kamil'in aşağıda verilen dizeleri, mızrap kavramını ve o devirde saz çalma sanatına bakış açısını ortaya koymaktadır:
''Bunu ben bir kolay sanat sanırdım
Mızrabım kınldı bozuk çalarken"
18. yüzyılda yazılmış Fransız Delaborde'un Paris 1780 tarihli "Essai sur Lamusique" adlı kitabında yer alan "bağlama " tanımında (ki, bu bağlamanın yazılı kaynaklardaki bilinen en eski tanımıdır) mızrap kavramı geçmektedir. Dolaborde "bağlama veya tanbura hemen aynen sevuri (=çöğür) şeklindedir, fakat ondan çok daha küçük olup, sadece üç tellidir. Bunlardan ikisi çelik ve biri pirinç teldir. Sapta kiriş teller sanlıdır; seslerin daha keskin çıkması için tellere bir tüy ile dokunulur" demektedir.
Yaklaşık 17. yüzyılda geliştiği ve 18. yüzyılda tam anlamıyla yerleştiği düşünülen mızrap fikrinin, Anadolu halk sanatçılarına ve çeşitli kültür çevrelerine geçişi çok sonraları olmuştur. Geleneğine sıkı sıkıya bağlı ve ondan ödün vermeyen Anadolu köylüsü, bu yeni oluşumu çok geç ve yavaş yavaş kabullenebilmiştir. Örneğin, Seyrani'nİn aşağıda verilen dizelerinde Anadolu'da 19. yüzyılda hala el ile çalma geleneğinin sürdürüldüğü anlaşılmaktadır:
"Kim çalarsa kara düzen bağlama
Kullanır parmağın mızrap yerine" .
Bunun gibi, günümüzde Anadolu'da mızrap yerine kullanılan ve oldukça değişik söyleyişleri bulunan halk üretisi "tezene" terimine yazılı metinlerde ve eserlerde rastlanılmaması, bu terimin sonradan Türkçe'ye yerleştiği ve mızrap kavramının halk kültürüne çok geç girmiş olmasının bir başka kanıtıdır. "Tez" kökü üzerine kurulu "tezene" gibi çeşitli Türkçe sözcükleri inceleyen Gazimihal'in, "bunların şehir ve yazı dilimize girmeyişleri halk ağzında nispeten geç türeyip yer yer kalıplanışlarındandır. Yazılı metinlerde ve eserlerde olduğu gibi halk şiirinde de hemen hemen hiç rastlanılmayan ''tezene''nin halk mantığına oturuşunu, algılanışındaki duygusal anlayışı ve inançlarla olan bağlantısını Yetik Ozan'ın yakın zamanımızda söylediği ünlü ''Bağlama'' şiirinde şu dizelerde bulmaktayız.
"Aslı saçlarını yönüne sermiş
Altı tel koparıp göğsüne germiş
Kerem yarasından bir kabuk vermiş
Sızlaya sızlaya vurası vardır".
Mızrabın Alevi-Bektaşi topluluklarında kullanılmaya başlanması ise, hemen hemen 20. yüzyılın ortalarından itibarendir. Kendi içinde kapalı bir yaşam sürdüren ve ibadete dayalı köklü bir müzik kültürü olan bu topluluklarda, icracıların bir çoğu bu gün bile ısrarla el ile çalma geleneğini devam ettirmektedir. Mızrap kavramı ile tanışan ilk bir kaç kuşak ise, önceleri tümüyle el ile çalmakta iken çeşitli etkiler sonucu mızrap kullanmaya başlamış ve zamanla el ile çalışı terk etmişlerdir. 20. yüzyılın ünlü halk aşığı Veysel'in de niceleri gibi aslında yalnızca el ile çaldığı ve mızraba sonradan geçtiği, araştırmalarımız sırasında tespit edilen bilgiler arasındadır.
Alevi kültüründen yetişmiş Erzincanlı sanatçı Ali Ekber Çiçek 1959 yılında on iki yaşındayken, katıldığı Yurttan Sesler'de Pir Sultan'dan bir deyişi yöresinin deyimi ile ''Şelpe'' çalarak söylemiş ve Türkiye radyolarında el ile çalan ilk kişi olmuştur. Ancak anlaşılan odur ki, daha sonraları tarzını ''bozuk düzen'' akordunda kendine has kullandığı tezeneler üzerine kurarak, el ile çalma geleneğini ve bağlama düzenini ilk terk edenlerdendir (bu gün hala radyo sanatçıları ve bazı halk kesimleri arasında üstten sıyırarak atılan tarama tezene ile deyiş icrası için; Ali Ekber düzeni veya Ali Ekber mızrabı denilmektedir). Atalarının, dedelerinin yüzlerce yıldır hep ''şelpe'' ile çalıp söylediğini, tezeneyi şehre geldikten sonra öğrendiğini belirten Ali Ekber Çiçek, ''tezeneler radyo kurulduktan sonra, melodi anlaşılsın diye icat edildi, tezeneden sonra melodiler çoğaldı'' demektedir. Bu konuda Suat Işıklı'nın görüşleri de şöyledir:
"Tezene dediğimiz mevzu sonradan çıktı. Eski ozanların hemen hepsi el ile vururdu. Aşık Veysel çok kere bizzat yanımda çalıp okumuştur. El ile çalardı. Tezene, sazın şehirlere intikalinden sonra olmuştur. Saz asrileşti, ilk otantik çalışla şimdiki arasında çok değişiklik oldu. Saz da değişti, perde de değişti, motif de değişti, müzik de değişti. Bunun sebebi şehirleşmedir"
1967 yılında TRT'nin yurt çapında düzenlediği derleme gezilerinde Burdur başta olmak üzere, Burdur ve civarında on günlük bir araştırma-derleme çalışması yapan Sarper Özsan'ın da bu konuda tespitleri şunlardır:
''O bölgede genellikle büyük boy saz çalınmıyordu. Tezene yok denecek kadar azdı. Yerel sanatçılar genellikle el ile çalıyordu. Tezene ile çalanlarda adeta el ile çalmayı taklit ediyordu. Yurttan seslerin tezene tekniğinden farklı idi. Bana göre en orijinal, en özgün olanı el ile çalış idi. Büyük hayranlıkla. bir konçerto dinler gibi hayret ve şaşkınlıkla izledim.''
Ali Rıza Yalgın, Güneydoğu Anadolu Yörük Türkmenlerinin çağur, bağlama, ırızva ve bulgari gibi sazlarını anlatırken şu tespitleri yapmaktadır:
"Cenubi Anadolu'da şimdiye kadar adı geçen sazların çağur'dan madasında mızrap kullanılmaz. Hepsi de tıpkı KİTERA gibi şahadet Parmağı ile çalınır... Çukurova halk şairleri ve çalgıcıları iki türlüdür.